Başyazar denilince Dr. Yalçın Özer

A -
A +
Başyazar denilince Dr. Yalçın Özer

Üniversitelilerin kamplara bölünüp silaha sarıldığı yıllarda vaktini kitapla geçiren, okuyan, yazan, öğrendiklerini paylaşan gençler de vardır. Yalçın Özer ve arkadaşları gibi... Özerler aslen Kayseri Sarızlıdırlar... Yalçın Ağabey Adana, Maraş hududunda bir kasabada (Yalakköy - sonra Yeşilkent oldu) doğar (1948). Babası Durdu Bey uzun yıllar Kahramanmaraş'ta sağlık memurluğu yapar. Annesi Elif Hanım da komşuları ile kaynaşır adeta Maraşlı olurlar. Yalçın Ağabeyin Kayserililere de, Maraşlılara da (biraz da Adanalılara) hemşerim deme gibi bir şansı olur, hem iç Anadolu, hem de Akdeniz kültürü ile yoğrulmak ufkunu açar. Kahramanmaraş'ın okur yazarı çoktur, ozanlık geleneği yaşar, şehirden ciddi şairler çıkar. Yalçın Abi de bu mümbit iklimden etkilenir, şiire merak salar. O yıllarda böyle üniversite kursları yoktur, hakikaten zeki ve çalışkan olanlar yüksek puan tuttururlar. Türkiye'nin en gözde fakültesi Çapa Tıp'tır, en güzide talebeler burada toplanırlar. Yalçın Ağabey de teamüllere uyar, ailesinin arzusu ile "Çapalı" olsa da gönlünde "Edebiyat Fakültesi" yatar... Dilerseniz onu arkadaşlarının dilinden dinleyelim biraz: SABAHLARA KADAR... "1970'in 71'e bağlandığı günler, Hukuk Fakültesine devam ediyorum o sıralar. Horhor'da bir gariphanemiz var. Bir gün kapı çalındı, baktım Adana Erkek Lisesi'nde birlikte okuduğumuz Zeki Tıraş. Yanında "Yalçın!" Çayla birlikte sohbet de deme geldi. Yalçın sıra dışı bir gençti Necip Fazıl'ın Çilesini ezbere biliyordu mesela. Hafızası berraktı, zekiydi. Kanımız kaynayıverdi... O günden sonra içtiğimiz su ayrı gitmedi... Soğanağa'da (Bayezid'in alt taraflarında) bir evde kalırlardı. Ev değil kütüphane... Yalçın bir kitabı eline aldı mı bitirmeden bırakmaz. Hem hızlı okur, hem de künhüne vakıf olur. Aradan uzun zaman geçse bile aradığı paragrafı rahatlıkla bulur. Türkiye'de Camus ve Kafka'ların bilinmediği yıllarda dünyadan haberdardı. Sürrealistleri, varoluşçuları yakından tanırdı. Okuduğunu anlayan anladığını paylaşan bir insan. Sabahlara kadar sayfalar arasında kaybolur, en son İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat'ını açar ve noktayı koyar. Gündüz sallanması gerekir ama dinçtir, neşesi yerindedir, çayı, sigarası olsun tamam... Ertesi gün yine öyle, ertesi gün yine öyle... Onun uykusuzluğa olan tahammülü şaşırtıcıdır, akıl sır almaz. Bir gün Enver Ören Bey'e Yalçın Özer'den bahsettim, "çok kabiliyetli bir arkadaş" dedim, "kendisine yazma fırsatı verebilir misiniz acaba?" Mufavık buldular, düşünebiliyor musunuz Yalçın'ın haberi yok daha. Onun için de sürpriz oldu, heyecanla başladı. Kalemi coşkuluydu, üslubu kıvrak mı kıvrak. Önceleri "Ümit" adlı bir köşesi vardı, sonra başyazar yaptılar, önünü açtılar." (Rahim Er) KİM BU ÇOCUK YA? "Yalçın ağabey siyasete hevesli değildi ama bu işin kalitesiz insanların elinde heder olmasına da dayanamazdı asla. AP gençlik kollarının ufak ufak kıpırdandığı yıllar. Sevdiğimiz beğendiğimiz bir arkadaş İlçe kongresinde aday. Lâkin şansı az, İstanbul İl ve Ankara Genel Merkez rakibinin ardında zira. Baktı koparıp alacaklar, Yalçın ceketimi istedi, verdim, alel acele giyinip kürsüye çıktı. Salon üç beş dakika içinde onun kalitesini fark etti. Slogan atmıyor, masa yumruklamıyor, dolu dolu konuşuyor. Nasıl derinlemesine tahliller, bağırmadan çağırmadan, sohbet tadında... Ankara'dan gelen ağır isimler bile tutulup kaldılar. Yanındakilere dönüp "kim bu çocuk" diye soruyorlar. Netice de desteklediğimiz aday kazandı. Hem açık ara farkla..." (İsmet Anaç) METELİĞE KURŞUN "Yalçın Abiyle 1981'de tanışmıştık. O zaman Haznedar'da mobilyacılık yapıyoruz, onun muayenehanesi var yanıbaşımızda... Abi kardeş gibiyiz adeta... Otakçılar Lisesinde talebeyim, veli olmuştu bana. Muayenehaneye akşam üzeri gelirdi, ben yardımcı olurdum ona. Tanıdıklarından katiyen para almaz, tanımadıklarından da ben ne koparırsam. Millet işi çözmüş, "bir konuda görüşcez" deyip içeri dalıyorlar. Ben "abi bunlar bedavacı" dedikçe elini sallar "boş veeer" derdi, "kiminden para, kiminden dua!" Evlenince Fatih'e yerleşti, evine yakın bir muayenehane açtı. Hükümet tabipliğinden de ayrılmıştı, ancak para istemeyi beceremiyordu hâlâ. Bir gün okuldan "velin gelsin" dediler, birlikte çıktık ama belli ki üzerinde kuruş yok, minibüslerden kaçıyor "yürüyelim bacaklarımız açılsın" diyor. O zamanlar Otakçılar'ın Müdürü Ata Bey. Yalçın Ağabeyi görünce kucakladı "Ooo doktor bey hoş geldiniz" filan! Üstelik koskoca yazar! Koltuklara buyur etmeler, çaylar, sigaralar. Yalçın Ağabeyin kılık kıyafeti yerinde, zaten çok yakışıklı, çok karizmatik bir adam. Meğer okul için bağış isteniyormuş, Yalçın abi nasıl sıkıldı, nasıl terledi anlatamam. "Bilahare göndereyim" deyip ayrıldı, lakin mahçup olmuştu, yıkılmıştı. Edirnekapı'dan beni minibüse bindirdi, kendi yürüye yürüye yöneldi Fatih tarafına. Muayenehane açıp da zarar eden tek doktor oydu belki. Dünya işlerine aldırış etmez, zaten işleri de yolunda gitmezdi. Bir keresinde tecil için askerlik şubesine uğruyor, "aaa ne güzel bizde seni arıyorduk" diyorlar, apar topar kışlaya... Aradan yıllar geçti, Yalçın Ağabey Ankara'da mebuslarla, bakanlarla... Manşetlerde, ekranlarda... Derken İstanbul Büyükşehir Belediyesine "Başkan adayı" yaptılar. Bir vesile ile karşılaştık, baktım Yalçın abi, aynı Yalçın abi... Hiç değişmemiş, yine hatırnaz, yine mütevazı, yine sevimli... Tabiri caizse o bir ahir zaman dervişiydi..." (A. Çekin) ZORAKİ ADAY "İstihbarat şefi çağırınca, "yine ne fırça atacak kim bilir" diye düşünüyorum yalanı yok ya! Önümü ilikliyor, kapı arasından kafamı uzatıyorum. Müdür, üzerinde Yalçın ağabeyin fotoğrafı olan bir el ilanını uzatırken mevzuyu özetliyor: "DYP Başkan Adayı Yalçın Özer'i sen takip edeceksin. Yanında dur, istifade etmeye bak." İlk durağımız Fatih, Malta'dan çıkıyoruz yola... Onu kısa sürede çözüyorum, usta bir gazeteci ama asla iyi bir siyasetçi değil. İyiyi bırakın siyasetçi değil, ağzından yalan çıkacak diye ödü kopuyor. Yapacağız edeceğiz yok, vaat vermiyor. Hasımları, üçüncü köprüden, Avcılar'ı Tuzla'ya bağlıyacak hatlardan bahsediyorlar, o "çocuklara birer arsa ayarlasak da top oynasalar" diyor. Ayakları yere basıyor, anlatmaktan çok dinlemeyi tercih ediyor. Etrafında, partiden tahsis edilen danışmanlar... "Efendim falanca semtteki programınız" diye kağıt uzatan sekreter kızlar, kravatını düzeltenler, omzunu sıvazlayanlar... Hava da nasıl sıcak anlatamam, o cadde bu sokak derken alnından boncuk boncuk terler birikiyor. Sık sık cebinden mendilini çıkarıyor. Bir keresinde alışkanlıkla elini cebine attı, dantel takke çıkmaz mı? Telaşını hissediyorum, avucunda saklıyor, çaktırmıyor güya... Gözü minarelerde, kulağı ezan sesinde ama bunu ilan etmiyor. Namazları merdiven altlarında, kuytu mescitlerde kılıyoruz kimsenin haberi olmuyor. Esnafla, sanatkarla kaynaşıyor, yaşlıyla yaşlı, çocukla çocuk oluyor. Seçilmiş seçilmemiş umurunda bile değil, çay sohbetlerini fırsat bilip, insanlara iki faydalı söz etmeye çabalıyor. Derken yarış hızlandı gece gündüz koşturuyoruz. Sakarlık işte o kargaşada bir cam kapıya daldım, elimden yara aldım. Yalçın Abi işi gücü bıraktı benimle uğraştı. Konvoylar düzülmüş, mitingler tertiplenmiş kimin umurunda? Belediye dediğin Mehmed'in elinden kıymetli olacak değil ya! Bu satırları yazarken bir hoş oldum inanın, sanırım tanıyanları da hüzün basacak." (Mehmet Dikbayır) CESARETİN BEDELİ Yalçın Abinin Belediye Başkanı olmak gibi bir arzusu yoktu ama Tansu Hanım ısrarla isteyince kendini buluvermişti arenada. Refah - Yol fikri onun kafasında şekillendi ki mezkur koalisyonun mimarı sayılabilirdi. 28 Şubat'ta kara listeye alındı. Güya bir makalesinde generallerin yolsuzluklarını yazmış, onlar da Yalçın ağabeyi yazmışlar kenara. O günlerde "asker" ve "yolsuzluk" kelimesini yan yana kullanmak büyük cürüm! Ellerinden gelse sallandıracaklar. Halbuki bu gün... Neler söyleniyor neler... Rütbeliler de yargılanabiliyor pekâlâ. Yalçın Ağabey "etrafımdakiler de hedef olmasın" diye yazmadı bir daha, kalemini kenara koydu, taş bastı bağrına... Hele bir eşref saatini bulacaksın ki... Yalçın ağabey Ankara'dan gelince misafirim olurdu. Belki bekarlıktan, belki fukaralıktan, sık taşınıyorum o zamanlar. Birinde Karagümrüğe götürüyorum onu, birinde Erenköy'e, birinde Çengelköy'e... Alıştı garibim, "bu sefer nereye gidiyoruz Abi" diye başladı sormaya. Evlenince baktım uzak duruyor, belli ki zahmet vermekten çekiniyor. Bırakır mıyım hiç, rahat etsin diye çocukları yolladım kayınbabama. O da benim gibi gece kuşu, sabaha kadar çay, muhabbet. Teklifsizdir de hani, "ya biraz peynir çıkarsana, talcid yok mu acaba?" Eli de yakışmaz ama çay demlemeye, yumurta kırmaya kalkar... Eşref saatini yakalarsan doyamazsın, 15 sene evvel okuduğu bir romanı öyle ballandırır ki şaşarsın. Aynı kitabı hevesle alırdım, bakarım kupkuru satırlar. Yalçın Abi önce o dönemi anlatır, şartları anlatır, yazarın üzerindeki baskıları filan. Bir satırda bin malumat... Gün geldi Ankara'ya tayinim çıktı, güya ev arıyoruz bana, beğendiklerimiz oluyor paramız yetmiyor, yetenler işimize gelmiyor. Ona da bir büro kiraladık bu arada. Halıflex lazım. Yarısı reklam karşılığı denince mal bulmuş gibi atladık, yüz ise elli verdik malı kapattık. Halbuki piyasada kırk bile etmezmiş, bizim tüccarlığımız da bu kadar... TELE TEŞHİS Yalçın Ağabey müthiş bir hekimdi, derdini telefonla anlatırsın teşhis koyar. Hem izah eder, hem ikna eder, sizi rahatlatmaya bakar. Makale konularını genellikle dost sohbetlerinden çıkarır, bütün gece ölçer biçer mevzuyu mayalar. Koltuğuna bağdaş kurarak oturur, bir süre saçları ve bıyıkları ile oynar. Sonra yüzü aydınlanıverir ve çaladaktilo yumulur yazıya... İlk yurt dışı seyahate birlikte çıkmıştık, cebimizde sayılı para. Hayatı idame kursundayız adeta.. Yalçın Abi koca bir pastırma getirmiş, peksimeti de unutmamış yanında. Bedava yaşamanın bedelini ağır ödedik, başladık mı kokmaya... Ama keyfimiz yerinde mağazalara girip çıkıyoruz, lüks otomobillerin fiyatını soruyoruz. Gören de milyoner sanacak... Bilahare çok gezilere katıldık. Yayan yapıldak dolaştık, nice şehri birlikte arşınladık. Şimdi Ankara'ya döneriz, diğer gazetelerin arabaları gelir havaalanına. Hatta iki kişilerse iki araba... Şoförler koşar kapıları açar. Bizim öyle bir imkanımız yok o zamanlar, taksi tutsak bütçemizi aşar. Baktık olmuyor merkezden otomobil istedik, bir şahin verdiler ki evlere şenlik, araba yola dökülüyor parça parça... Ne zaman marşa bassak ayrı vaka.. Bunlar başkasının sinirlerini alt üst edebilir ama o neşesini bozmazdı asla. Yalçın Abinin çocuksu bir yanı vardı, küçük şeylerden nasıl mutlu olurdu anlatamam. Şu anki aklım olsa.. Evet bu çok söylenen bir söz ama hakikaten istifadeye çalışırdım ondan. O gün söylediklerini yeni yeni anlayabiliyorum... Aradan 15 yıl geçtikten sonra... (Ahmet Sağırlı) İSMAİL KAPAN: Ondan dinle tadına var Yalçın ağabeyin kardeşi Ferit iyi çiğ köfte yoğururdu. Karagümrük'te buluşmuş, sohbeti koyultmuştuk o akşam. Hiç unutmam konu Herman Malwill ve Dostoyevsky'nin romanlarıydı. Zikr olunan romanları ben de okumuştum ama zihnimden gitmiş, küllenmiş. Yalçın ağabey öyle anlatıyor ki kitabın yazarı ile otursan o kadar keyif alınmaz. HAYRETTİN TURAN: Hem okur idi hemi de "yazar" Beni Dış Haberlere o özendirmişti rahmetli... Çok okuyan biriydi. "Bak Hayrettin" demişti "iyi yazmak için iyi okumak lazım!" Ve oracıkta Guy Sorman'ın "Ulusların Yeni Zenginliği" adlı eserini hediye etti. "Düşün bu yazar 18 ülkede bulunmuş" dedi, "en üsttekilerle de en alttakilerle de konuşmuş ve değişik bir bakış açısı oturtmuş. Kim bilir belki de on yıllarını adadı bu işe, şimdi getirip bütün birikimini önüne koyuyor. Kitap bu işte! Her biri ayrı hazine!"
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.