Kat farkı, kot farkı derken…

A -
A +
 
Bu deprem ne ilk ne de son...
İzmir depremi, İzmit depremi, Erzincan depremi, Van depremi, Elâzığ depremi, Düzce depremi, Bingöl depremi, Hatay depremi, Manisa depremi…
Görüyorsunuz, çok matah bir şeymiş gibi her şehrimiz için kapı gibi bir de namıdiğer zelzeleyi etiketlemiş ve iftiharla bu şehirlerimizin alnına yapıştırıvermişiz… Öylesine alışmış öylesine kabullenmişiz ki hiçbirinden zerre miskal ders çıkarmamış, hisse kapmamışız.
Bunca depremden ölen ölmüş, kalan kaldığı yerden yamuk yumuk, eğri büğrü, biçimsiz, zevksiz, çirkin, bahçesiz bohçasız, kimliksiz kişiliksiz, derme çatma, katlı mezarlıkları örmeye devam etmiş. Devam ne kelime, daha büyük iştihayla sarılmış bu sözde binaları dikmeye!
Azerbaycan’da bu binalara “tikinti” deniyor. Güzel isim. Bizdeki bu evlere de aslında sadece böyle demek gerek. Bu apartman kültürünü bizim hayatımıza kim soktu, ne zaman ilk örnekleri yapıldı bilmiyorum. Fransızca "appartement" sözcüğünden dilimize geçmiş "birden çok katın bulunduğu ev" anlamına gelen bu kelime, aynı zamanda "apart" şeklinde kullanılmakta ve "kısa zaman/birkaç gün geçirilecek mekân" olarak tanımlanmaktadır.
Otağ, konak, konut… Sofalarıyla, bahçeleriyle yaşayışımızın, kültürümüzün, medeniyetimizin hayat bulduğu, nefes aldığı mekânlardı eski Türk evleri… Ekonomik, sosyal, kültürel, endüstriyel ve geleneksel anlamda bugün yaşadığımız evler kategorize olmuş durumda. Zengin, orta hâlli ve yoksul evi! Gönül isterdi ki kiminin evi cennetten bir köşeyi andırırken öteki böyle yüksek apartmanlara hapsedilmesin, bu aziz vatan sathında gecekondu ise hiç olmasın!
Ancak ülkemiz gerçekleri karşısında elimiz kolumuz bağlı. Ortalama bir kentte ortalama bir apartman katının fiyatı beş yüz, altı yüz bin Türk lirası değerinde. İnsanlar çaresiz, mecburen imkânları nispetinde oturuyorlar buldukları evlerde. Yurdum insanı, deprem yönetmeliğinden ziyade alabileceği evin fiyatına bakıyor hâliyle.
Hakikaten korkunç bir gerçekle yüz yüzeyiz!
Şehirleşme faslında maalesef ilk düğme yanlış iliklendi ve bugünlere gelindi. Şimdi büyük ve karmaşık bir kıskacın içindeyiz. Cevap bekleyen soru şu: Deprem gerçeğimiz Demokles’in kılıcı gibi ensemizde sallanırken İstanbul, İzmir ve daha nice şehir, olası bir depremde yıkılacak binlerce çürük bina ile doluyken şimdi biz ne yapacağız?
Bu sorunun cevabını deprembilimciler, şehir planlamacıları veriyorlar lakin sonuca gidemiyoruz. Biz bu depremi tartışırken öte taraftan her yerde, nehir yataklarında, pancar tarlalarında, bataklıklarda ve meyve bahçelerinde apartmanlar yükseliyor!
Sadece bu mu?
Ormanlık bölgeler talan ediliyor, orada da omuz omuza, sırt sırta siteler yapılıyor! İki buçuk kattan fazla imar izni olmayan bölgelerde bile nasıl oluyorsa artık dört katlı, beş katlı binalar yükseliyor! Belediyeyi arıyorsunuz, muhatap bulamıyorsunuz, bulsanız ve bu kat farkı nedir diye sorsanız ona da bir kılıf bulunmuş! Belediyesinden belediyesine değişkenlik gösteren kot farkı! öylesine istismar ediliyor, öylesine kötü maksatlı kullanılıyor ki hakikaten içimiz yanıyor… Üç katlık kot farkı mı olur?
Tamahkârlık kanımıza iliğimize işlemiş.
Kat farkı, kot farkı, rantiye, şerefiye... derken deprem gelip yapacağını yapıyor. Günlerdir içimiz kan ağlayarak takip ediyoruz. Aileler yok oldu, nice çocuk, genç, kadın, erkek feci bir şekilde hayatını kaybetti.
İş işten geçtikten sonra tutuklanan sorumluları, imar izni veremeden, sahtecilikten tutuklamış olsaydık bu depremde bu acıyı yaşatmayacak ve yaşamayacaktık. 
Hasılı, dilimizdeki güzel bir deyimle bitirelim:
“İş işten geçmeden...”
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.