Ayne’l-yakin yaşamak!

A -
A +
    21 yıl önce, 17 Ağustos 1999 depremi ülkemizi derinden sarsmıştı. Bilhassa Marmara Bölgesi'nin büyük kısmında halkımız günlerce evine girememişti. Sokakta yatmak zorunda kaldığı o günlerde evine hasret kalmış ve bir evin nasıl bir nimet olduğunu o gün hakkıyla anlamıştı. İlme’l yakin ayne’l yakine dönüşmüştü... Sahip bulunduğumuz nimetleri derslerde talebelere anlatırsınız, evlatlarınızla konuşursunuz ve zaman zaman sohbetlerde dile getirirsiniz. İşte bu ''ilme’l-yakin''dir. Dinleyenler çoğu kez, “doğrudur” der geçerler, hakkıyla idrak edemezler. Çünkü hakkıyla idrak için biraz eksikliğini yaşamak ayne’l-yakin vâkıf olmak gerektir... Belki yirmi yıldır çeşitli vesilelerle yurtlarda, okullarda gençlerle sohbetler ederim. Gençlere eski zamanlarda yurtların yetersiz oluşundan, olumsuz şartlarından, bir odada on kişinin kaldığı günlerden bahsedip ellerindeki nimete şükretmeleri gerektiğini anlatırken gençlerin yüzünde genelde müstehzi bir eda oluşurdu. Zira onlar, ellerindekileri hep az görürlerdi. Daha da olsun isterlerdi hep. “O gün öyleymiş canım. Bugün böyle ne yapalım” derlerdi. Sadece şikâyet ederlerdi. Misal olarak devletimiz son yıllarda yurtlarda çok daha önemli adımlar attığı hâlde yurt idarecileri ile görüştüğümde en büyük serzenişleri, “hocam maalesef nesillerimiz şükretmeyi unuttu, hiçbir şeyi beğenmiyorlar, nimete burun kıvırıyorlar” oluyordu. 21 yıl sonra, bugün sadece Marmara Bölgesi ile ibaret değil neredeyse tüm dünya sokağa çıkamaz hâlde bulunuyor. Sosyal ve tabii hayat akışının nasıl büyük bir lütuf olduğunu tam anlamıyla anlıyor. Kur’ân-ı kerîmde, İbrâhim sûresi 7. âyet-i kerîmesinde meâlen “Nimetlerime şükrederseniz, elbette arttırırım” buyuruldu. Nimete şükür, nimeti arttırdığı gibi, nimete şükrün terki, hem nimetin elden gitmesine, hem de azâba sebep olur. Nitekim Allahü teâlâ yine İbrâhim sûresi 7. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Eğer siz şükrü terk ederseniz, muhakkak benim azâbım şiddetlidir” buyurdu. İlme’l-yakin kâğıt üzerine “ateş” yazmak gibidir. Bin defa da ateş yazsan kâğıdı yakmaz. Fakat yakacağını bilirsin. Ayne’l-yakin ise ateşin o kâğıdı yaktığını görmektir. İşte böylesi hâllerde elimizden bir sabun gibi kayıverip giden nice nice nimetlerin arkasından boş boş bakar kalırız. Rüya gibi gelir, inanamayız! Öğretmenlerine saygısız öğrenciler, ana babalarının değerini bilmeyen gençler, nasihatlere kulak tıkayanlar, ticari faaliyetlerinde her yolu mübah görenler, zekât vermemek için çırpınanlar, gece gündüz aklı fikri futbol olanlar, mescitlerin yolunu unutanlar, TV’lerde ahlaksız dizilerden başka bir meşgalesi bulunmayanlar, gözü paradan başka bir şey görmeyenler ve daha nice nicelerine bir anlamda dünyadaki her ferde öyle dersler var ki…     Neleri konuşuyorduk?   Evet korona büyük ders! Bazıları bunu komplo teorileri ile başka başka noktalara çekip duruyorlar. Dün dünyada milyon ve milyar dolar değeri ile övünen nice şirketler uçup giden maziye bakarak yanıyor şimdi. Evet artık eski dünya olmayacak. Hem devlet hem özel sektörde siyasi ve ekonomik güçler önemli ölçüde değişecek. Zekâtı verilmeyen mallar diğerlerini de yakacak! Ana babaların kıymeti bilinmezse elimizden uçacak! Zulmeden devletler yaktığı zulüm ateşine düşecek. Bakın ramazan-ı şerif kapımıza dayandı. Bugün camiler kapandı. Cumalar kılınamaz oldu. Ben altmış yaşında olarak böyle bir hadiseye ilk kez şahit oluyorum. Açıkçası büyüklerimden de işitmemiştim. Peki bilhassa doksanlı yıllardan sonra yaşananları biraz hatırlayalım. TV’lerde yıllarca ilahiyat profesörleri şunları tartıştılar: Ramazanda teravih kılınmalı mı?.. Kurban kesilmeli mi?.. Tavuktan, horozdan balıktan kurban olur mu?.. Kurban kesme yerine ayakkabı gömlek dağıtılsa nasıl olur?.. Hatta dönemin diyaneti paraları toplarken kesimli mi kesimsiz mi diye soruyordu... Buyurun şimdi Cenab-ı Hakk, nice nice nimetlerine, en büyük manevi sevap kapılarına hasret bıraktı bizi. İftar programları, teravih namazları ve o tatlı sohbetlerin yapılamadığı bir ramazan ayını düşünebiliyor musunuz? Gerçekten nimet elden gittiğinde anlıyor insan ama iş büyük ölçüde elden çıkıyor. Bu ülkede yıllardır TV’lerde Cenab-ı Hakk’ın emirleri alaya alınacak, unutulacak, unutturulacak sonra nimetler uçup giderken yanılıp yakınılacak öyle mi? Açıkçası bugün tevbe zamanı olduğu unutulmamalı! Yalvarmalı. Dua etmeli!   Dua!   Duanın manasını bilmeyenler kendisini de hiç tanımayanlardır. Küfürbaz, ahlaksız, tefekkürsüz ilim ve bilgiyi put edinmiş budalalardır. Şanlı Peygamber efendimiz, “Kendini bilen Rabbini bilir” buyurdu. İnsan önce kendini okumalı, tanımalı, bilmeli! Mesela neredeyse her akşam TV’lerde spikerlerin ilim adamlarına büyük bir korku ve endişe içerisinde şu suali sorduklarını görüyorum: “Efendim koronadan kurtulan bir daha yakalanır mı?'' İlim adamları da neredeyse istisnasız bir şekilde şu şekilde cevap veriyorlar: “Efendim vücut bu virüsü tanımıyor. Onun için de savunmasız yakalanıyor. Bağışıklık zayıf ise ve başka hastalıkları da varsa hasta, hayatını kaybedebiliyor. Fakat kurtulursa, vücut artık bu virüsü tanıdığı ve bildiği için teyakkuzda duruyor. Dolayısıyla ölüm tehlikesi çok daha azalıyor...” Vücuda bu hassayı veren Rabbimiz ne yücedir. Vücuda bu hassayı veren ve Rabbimizin bu büyük nimetini hatırlatana henüz rastlayamadım. Evet kim verdi vücuda bu yeteneği? Bir virüse aşı bulabilmek için bütün âlem seferber oldu. ne çalışmalar yapılıyor ve ne paralar gidiyor görüyoruz. Peki ya vücudumuz. Birinci defa tanımasıyla nasıl o özelliği yakalıyor? Bırakın bunu tefekkür etmeyi Rabbimize sığınmak dahi tartışılır oldu. Avrupa ülkelerinde herkes kendi dinince Rabbine sığınırken biz de birilerinin yatsı ezanından sonra getirilen salevatlardan ve yapılan dualardan rahatsızlıklarını dile getirmeleri nasıl bir bağnazlıktır. Alkış tutarken böyle bir rahatsızlığı dile getirene rastlamadım. Fakat ameliyata girerken bana alkış tutunuz diyeni de pek görmedim. Bazen muhabirler anket yapar gibi soru soruyorlar. Sağlıkçılarımıza da sorsalar. ''Alkış mı yoksa dua mı istersiniz?'' diye, ne cevap alırlardı acaba? Şurası muhakkak ki dua kulluğun gereğidir. Acziyetin ifadesidir. Rabbine sığınmaktır. O kapıdan başka sığınak var mı? II. Bayezid Han bir gazelinde bu hâlini dile getirirken şöyle demişti: Allah’ım azizlik sana yaraşırNitekim fakirlik bana yaraşırMadem sensin sığınağı cihanınHerkesten sana iltica yaraşır Şanlı Peygamber efendimiz Allahü tealanın habibi, sevgilisi idi. Âlemler O’nun hürmetine yaratılmıştı. Böyle olduğu hâlde en fazla Rabbine sığınan yalvaran dua eden O idi. Zira en iyi tanıyandı. Yine, Ebû Hüreyre radıyallahu anh, Sevgili peygamberimizin şöyle buyurduğunu ifade etmiştir: “Vallahi ben günde yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler, tövbe ederim.”  Peygamber efendimiz hâşâ günah mı işlemişti? Elbette hayır! Buna rağmen istiğfar ediyordu. Ya hata denizinde yüzen insan. Ne yapmalı nasıl davranmalı. Cenâb-ı Hakk’ın bu dünyada insanları ikazı da çok değerlidir. Büyük nimettir. Zira Allahü teala sevdiği kullarını ikaz eder. Dolayısıyla geçirdiğimiz bu günleri gerçek fırsata çevirmenin yollarını düşünelim. Gereğini yerine getirelim...   TEFEKKÜR   Bulmak isterseniz derd ü beladan necât, Aşk ile muhabbetle söyleyiniz salevât...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.