Bu muymuş ''Yeşil'' dedikleri?

A -
A +

''Bir kahvehanenin arka odasında oturduk Hıdır Öztürk'le... Meclis'e gidecekti az sonra... Heyecanlıydı, elleri titriyordu. Çantasındaki tıraş bıçağını çıkartıp tertemiz suratını elledi ve 'tıraş olayım mı?' diye sordu. 'Boş ver amca' dedim. 'Meclis'tekiler olsun.' Nereden söze başlayacağını bilemiyordu. 'Gözünü oymuşlar, kulaklarını, burnunu kesmişler kızımın' diye söylendi. Dolan gözlerini göstermemek için çantasına eğildi, aramadığı halde tıraş bıçağını yokladı...''

Meslektaşım Melih (Altınok)in köşesinde tanışmıştım Hıdır Öztürk ile...
1992 yılında Tunceli Jandarma Alay Komutanı'nın yanına ''Kızlarını al da gel'' diye çağrıldığını, büyük kızı dağda olduğu için ''Ailenizdeki teröristlerden dolayı sizi sorumlu tutacak değiliz. Canınız devlete emanettir'' denildiğini, tam o esnada yan tarafta sessizce not tutan ve "polis memuru Ahmet" diye tanıtılan kişinin "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım olduğunu... Hep o yazıdan öğrendim...
Hayat ne garip, 1992 yılında Ayten işkence edilip kontrgerilla tarafından öldürülürken, ben liseden mezun olmuş, Ankara yolunu tutmuştum, dünyayı değiştireceğime inanıyordum, yaşıtlarım gibi... Çiçeği burnunda her gazeteci gibi, heyecanlıydım, hırslıydım...
7 yıllık Ankara serüveni büyüttü beni... Faili meçhullerle tanıştırdı... PKK itirafçısı diye ortaya çıkarılan iki genç ile söyleşi yapmıştım, ellerinde iki spor çantası... ''Meclis'e gideceğiz, ifade vereceğiz'' dediler, ''Çantaları büroya bırakalım mı abla?'' Oysa sanırım ben onlardan da küçüktüm... Çantaları kaldı uzunca bir süre... Ölüm haberleri geldi... Dokunamadım, açamadım bile... Neden sonra öğrendim içinde bir çift atlet çorap, eşofman varmış...
Bir babanın kızının katiliyle yüz yüze gelmesinden birkaç yıl sonra aynı kurumda çalıştığım bir meslektaşımla birlikte heyecan içinde Ankara'nın uzak bir semtinde, bir mahalle fotoğrafçısından almıştık o meşhur fotoğrafı... Sıska sakallı adama bakıp ''Bu muymuş Yeşil?'' diye sorduğumu hatırlıyorum... İnsan, canavarı, kötüyü başka türlü hayal ediyor işte...
Aktüel Dergisi'nde yayınlanan o fotoğraf sonrası o baba ve onlarcası tanıdı katili...
Polis, jandarma, devlet büyüğü, abi, dost diye tanıtılanın ''cellat'' olduğunu...
*
Telefonum çalıp da karşıdaki ses ''Ben Hıdır Öztürk'' deyince anılar üşüştü birden... Hani bir isim duyarsınız da her şey aydınlanırmış gibi olur ya bazen... Belki de karanlığa gömülmeden önce çakılan son kibrit misali... Öyle oldu işte... ''Hıdır Amca merhaba'' dedim... ''Nasılsın?''
Nasıl olsun ki?
2011 yılında TBMM İnsan Hakları Alt Komisyonu'nda, 1992 yılında kaçırılan kızı Ayten için şunları demişti: ''19 yıl 4 ay 20 gündür ağlıyorum''
Peki ne oldu?
Dosyalar toplandı, bir sürü yere dilekçe verildi, davalar açıldı, olayın faili belli değil, kanıt yok, çok zaman geçti gibi cevaplar alındı... Parlamento'ya taşındı. DGM'deki dosya tekrar ele alındı. Malatya Savcısı dava açtı, Yeşil'e tutuklama kararı verildi... Ama o kadar!
Hıdır Amca bir kitap derlemiş...
''Ayten'in acıklı akıbetini anlattılar'' ismini taşıyor. Kapağında gencecik Ayten'in bir fotoğrafı... Yaşananlar detaylıca anlatılmış, tanıklıkları kayda geçirmiş. Çok kıymetli olduğunu düşünüyorum, derin devlet, paralel yapı tartıştığımız bugünlerde....
O günleri hatırlamak için... En azından hatırlamayı tercih edenlere...
*
Melih, Hıdır Amcadan bahsederken 2011'deki yazısında ''Onu dinlerken boğazıma yumru oturdu fakat çocuğum yok'' diye yazmış, kitapta yine o cümle vurdu beni...
Çocuğu olanların çok ama çok iyi bildiği bir histir hani...
Çocuk evde, güvende, her şey yolunda hissi...
En zor en tatsız anlarınızda bile içinizin yumuşamasını, müthiş bir ferahlığa kavuşmanızı sağlayan o mutluluk, o rahatlama, o huzur hissi...
İşte o his çalındı bu ülkede babalardan annelerden...
Tekrar bu hırsızlığa izin vermemektir tüm çabamız...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.