Esad ile centilmenlik anlaşması....

A -
A +

Bazı notları aslında bugün için değil, ileride hatırlamak için düşüyoruz. İlerisi derken de uzak bir gelecek projeksiyonunu kastettiğimi, 50 yıl sonrasını düşündüğümü sanmayın. Çok değil bir kaç sene sonra bile 2013-2014 Türkiye'sinin nasıl bir akıl tutulmasında olduğunu çok sarih bir şekilde göreceğiz.
2014 yılında Türkiye'yi, Türkiye'de yapılan seçimleri Mısır ve Suriye ile kıyaslayan aydınlar olduğunu, bu analizlerin anaakım medyada yayınlandığını, bu analiz sahiplerinin ciddiye alındığını veya alınmak istendiğini sadece siyaset ile açıklayabilir miyiz? Bu ülkede gazeteciler ezelden beri gördüklerini değil, kendi siyasi amaçları doğrultusunda yazmaları gerekenleri yazarlar, anormal bir durum yok şeklinde geçiştirebilir miyiz? Eksikleri ve gedikleri olsa da işleyen ve gelişen bir demokratik kültürü olan bir ülkede yapılan seçimleri itibarsızlaştırma kampanyası için Suriye ve Mısır mukayeselerinin yapılıyor olmasını, muhalif analiz şeklinde hoş görebilir miyiz?
Bu ülkenin kendisini sol ve ilerici olarak tanımlayan gazetelerinin Esad rejimini meşrulaştırmak için binbir dereden argüman getirmesini gündelik siyasetin cilveleri ile açıklayabilir miyiz? "Aslında Suriye'de ölen 160,000 kişinin hepsini Esad öldürmedi" tespitinden, "kimyasal silahları Türkiye kullandı" yalanına uzanan geniş bir spektrumda insan zekasına aykırı, gayrı ahlaki ifadeleri "aman canım hükümet de" şerhleri ile görmezden gelebilir miyiz?
Siyasi kutuplaşmanın en kötü tarafı, siyasi pozisyonun radikalliği, cahilliği, terbiyesizliği örtmesi, hatta meşrulaştırması ve hatta anaakım haline getirmesi. Tamam bunu anladık.
Siyasi kutuplaşmanın en ciddi yan etkisi irrasyonel argümanların geniş kitlelerde alıcı bulması, nefretin her yalanı meşru kılması, siyasi ahlakı rafa kaldırması, bunu da anladık.
Ancak 160,000 kişinin ölmesinden sorumlu, 6 milyon insanın evini terk etmesinin müsebbibi bir rejimin "seçim zaferinin" kutlanması tüm bunlarla açıklanamayacak bir olgu. Anaakım bir kanalda, bir dizi oyuncusunun seçim sonrası gülen bir Esad fotoğrafının altına "koyduk mu" notunu düşerek sosyal medyada paylaşabiliyor olması, Türkiye Gençlik Birliği'nin seçim sonuçlarını "Suriye halkı emperyalizme cevap verdi, kardeşlik kazandı" şeklinde yorumluyor olabilmesi kutuplaşmadan öte bir patolojiyi gösterir.
Bu patolojinin birinci sebebi, Türkiye'de hâlâ yüzleşilmeyi bekleyen bir sol sorunu olmasıdır. Gulaglar'ı konuşmayan, ölüm tarlalarını mesele etmeyen, Stalin'i veya Mao'yu hâlâ övebilen bir zihniyetin hâlâ sorunsallaştırılmamasıdır. 20 milyon insanın katili (bu rakam içinde 2. dünya savaşı sırasından ölenler yok) Stalin'in, 45 milyon insanın katili Mao'nun hâlâ Türkiye entelijansıyasına hakim olan sol düşünce içinde saygı görebilmesindendir. Eskiden Stalinist'tim ve gençliğimde Mao'cuydum sözlerinin bir utanç veya leke unsurundan ziyade, hoş bir gençlik macerası olarak anlatılabiliyor olmasındandır. Sorgusuz sualsiz, sola dair her unsuru ilerici gören, koşulsuz olarak sola ideolojik ve ahlaki üstünlük atfeden bir paradigmanın hâlâ geçerli olmasındandır. Türkiye'deki sol hareketler üzerine kapsamlı bir özeleştiri getirmiş olan nadir entelektüellerden biri olan Halil Berktay'ın sırf bu yüzden linç ediliyor olmasındadır. Benzer şekilde bu geçmiş ile arasına mesafe almak isteyen Ufuk Uras'ın sol içinde hain ediliyor olmasındandır.
Bu patolojinin ikinci sebebi ise, solu aşan bir üçüncü dünyacı reflekstir. Bosna veya İsrail-Filistin meselesinin aksine, Suriye meselesinde alınan bol şerhli, ama'lı poziyonlar aslında mevcut olaydan ziyade bize dair bir şey söylemektedir. Suriye meselesindeki mevcut duyarsızlık belli bir ideolojik tercihten azade tüm toplumun dokusuna sinmiş bir dizi kod ile anlaşılabilecek bir mefhum.
Türkiye'de her ideolojiden insana sirayet etmiş olan, hâkim olan komplocu, içe kapanmacı, üçüncü dünyacı bir hassasiyet, Türkiye ne kadar değişse de gücünü koruyor. Balkan Harbi ile Osmanlı entelijansiyasında kristalleşen, Sevres ile sembolleşen mazlum Türkler'e karşı hain planları olan Batı algısı hâlâ gen haritamızın en nadide köşesinde. Bu korkunun iki yüzyıllık tarihi var bu topraklarda. Rumlar'ın isyanının ardından dış müdahale sonrası süreç içinde Yunanistan'a iltihak eden Girit'ten, Hıristiyan anasırın güvenliğinin yabancı jandarmaya tesliminin ardından kaybedilen Makedonya'ya, Doğu Anadolu'da Ermenilere kol kanat geren İngiliz, Rus konsoloslukları, Amerikan misyonerleri anlatıları ile yıkılan imparatorluk, bu tür bir dış- Avrupa müdahalesi korkusuyla bilendi.
Bu korku kültürünün tavan yaptığı moment ise Sevres Anlaşması oldu. Bölünen bir imparatorluk ve Sevres Anlaşması'ndan geriye ise kutsanan bir Lozan Anlaşması ve "yurtta sulh, cihanda sulh" şiarı kaldı ki bu söz aslında bir "centilmenlik anlaşması" öneriyordu. Sen benim içişlerime, içeride ne yapacağıma karışma, ben de senin hassasiyetlerine bulaşmayacağım. Bu sözün söylendiği sırada Doğu Anadolu'da Kürt tenkillerinin yapıldığını hatırlamak ise sözün bağlamını oturtmamızı sağlayacaktır.
Günümüzde gözlemlediğimiz ise ideolojileri aşan ve ortak kesen bu ruh halidir. 1945'ten beri Batı aksında olmuş, Soğuk Savaş döneminde Amerikan ittifakına rağmen tırnağı kırılsa yabancı güçlerden bilme sendromundan mustarip bir toplumun "halden anlama" durumu var.
Suriye meselesindeki duyarsızlığın, tarihi boyunca her yakıcı meselesinde tarihiyle yüzleşmek, kendiyle hesaplaşmak yerine kafasını kuma gömen bir toplumun "bütün dünya yalan söylüyor" repliği eşliğinde yaşadığı kolektif illüzyon ile ilgisi var. Kendi Kürt meselesini, Ermeni sorununu, gayrımüslim problemini "Batı'nın nifak oyunlarından" bilen bir toplumun hak, özgürlük, demokrasi talebi kelimelerini Batı emperyalizminin bir hüsnü-tabiri olarak görme alışkanlığı ile ilgisi var. 30 sene iç savaş yaşamış bir toplumun militan, gerilla, isyancı kelimelerine karşı duyduğu alerji ile ilgisi var. Bu, şiddet karşıtlığı üzerinden gelişen bir alerji olsa elbette başımızın üstünde yeri olurdu. Ancak aksine devlet şiddetine duyulan büyük saygı ve devlet güç aygıtlarının böylesi durumlarda her şeyi yapmaya mübah olduğunu varsayan bir militarizm ile ilgisi var. Solcusundan sağcısına, İslamcısından milliyetçisine, Kemalist'inden liberaline kendisini "emperyalist" ve "hain" tuzakların mağduru olarak gören bir toplumun, "kol kırılır yen içinde kalır" diktumunun evrenselliğine duyduğu inanç ile ilgisi var.
Aslında bu bir nevi "fair play" anlayışı.
Ben gerektiğinde kendi halkıma eziyet ettim, yine edebilirim, bana karışma, ben da sana karışmıyorum beyanatı. Devletlerin kendi günahlarının mahremiyeti inancı üzerine bir centilmenlik anlaşması.
Esad'a karşı takınılan bu tavır ise bu centilmenlik anlaşmasının ikrarıdır.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.