Milletler ve târih

A -
A +
"Türk milletinin kendisiyle hiçbir ırkî bağı bulunmayan insânları bu derece kendinden hissetmesi medeniyyetçe nasıl mümkün kılınıyordu? Yine aynı medeniyyet nasıl oluyordu da temâmen aynı ırkdan gelen insânların râbıtalarını kâmilen kesebiliyordu?"
 
Milletler de tıpkı ferdler gibi geçmişlerine alâka duyarlar. Fakat bu alâka her zemân cem'iyyetin binlerce sene öncesine uzanan ırkî menşeine ilgi duyması ve ona hissî bir yakınlık beslemesi şeklinde ortaya çıkmayabilir. Nitekim Türkler târih boyunca türlü vesîlelerle geçmişlerine mürâcaat etme gereği duyduklarında kendilerini Ertuğrul Gâzî'ye ve ondan da muvahhid Oğuz Hân'a bağlarlardı. Bu ise târihlerini binlerce sene geriye çekdikleri ma'nâsına geliyordu. Onların İslâm öncesine ehemmiyyet vermeyişi bilgi ve şuûr eksikliğinden kaynaklanmıyordu. Burada samîmî bir ilgisizlik vardı. Nitekim Türk milleti bugün de mâzîye mürâcaat etmek durumunda kalınca 1000 senelik târihine temâyül etmekdedir. Eğer bu teşebbüs Türklerin târihdeki fazîletlerini ortaya koymak için vâki olmuşsa o vakit daha ziyâde Osmânlı Türkünün dîndârlık, kahramânlık, cömerdlik, merhamet, tevâzu', vefâ, misâfirperverlik, hayvânlara şefkat gibi husûsiyyetleri hâtıra gelmekdedir. Şu hâlde milletlerin târihe bakışları belli kâideler içinde gerçekleşmekdedir. Peki bu kâideler nelerdir? İşte biz burada sorduğumuz bu suâlin cevâbını vermeye çalışacağız.
Yukarıda ifâdesine çalışdığımız alâka hâdisesi her zemân millî telâkki inhisârında gelişir. Her milletin millî telâkkisi bir diğerinden az veyâ çok farklı olduğu için her birinin târihi vâkıaları değerlendirişleri de farklı olacakdır. Millî telâkkinin mâzîye duyulan ilgiye bu şekildeki te'sîri ise milletlerdeki târih şuûrunu oluşduracakdır. Esâsen târih şuûru millî telâkkinin geçmişi ma'nâlandırmasıdır. Fakat o bunu yaparken kâidelerinden hiçbir tâviz vermez; kendine muvâfık olan bir târihi almakda ve fakat olmayanı atmakdadır...
İnsânlar dış görünüş i'tibâriyle hemen aynı husûsiyyetlere sâhibdir. Lâkin "bosna" hâdiselerine anadolu köylüsünün bakışıyla rusunki aynı istikâmetde olabilir mi? Bunlardan birincisi söz konusu vâkıayı Müslimân kardeşlerinin vahşîce katledilmesi olarak değerlendirirken, ikincisi mes'eleye daha ziyâde haçlı kafasiyle yaklaşacakdır. Demek ki insânlar arasında onların millî telâkkilerinden doğan ciddî bir zihniyyet farklılığı mevcûddur. İyi de beşer aynı düşünceler etrâfında hiç mi birleşmez? Acebâ milletlerin hemen hepsi birbirinden temâmen farklı bir dünyâ görüşüne mi sâhibdir? İşte bu noktada karşımıza medeniyyetler çıkmakdadır. Her medeniyyetin kendisi dâhilinde bulunan milletleri birbirine yaklaşdırmakdaki başarısı farklı olmakla birlikde onların bu yolda büyük mesâfe katetdiğini ifâde etmek durumundayız. Bir köy halkını, bir sülâleyi bırakınız, mevcûdu üç kişiyi geçmeyen ufak bir âiledeki insânların bile anlaşamayabildikleri dünyâmızda değişik diller konuşan yüz milyonlarca insânın hayâtdan aynı şeyleri bekler duruma gelmesi hayrânlık uyandıracak bir hâdisedir. Esâsen her medeniyyet dâiresinde onun bütün kâidelerini şartsız kabûl etmiş milletler bulunmakdadır. Dolayısiyle bu milletler girdikleri medeniyyetin temel dünyâ görüşünü benimsemişlerdir; bu benimseyiş târihe bakış dâhil bütün zihnî hassalarına te'sîr icrâ edecekdir; millî telâkkileri de mensûbu bulundukları medeniyyetin nezâretinde şekillenecekdir. Nitekim Türklerin İslâm medeniyyetine girdikden sonra dünyâ görüşlerinde meydâna gelen büyük değişmeler bu hâlin en müşahhas misâli olarak karşımıza çıkıyor.
Medeniyyetlerin milletleri aynı gâyeler etrâfında birleştirebilme gücü o derece büyükdür ki, aynı medeniyyet dâhilinde bulunan milletlerin millî telâkkileri ve dolayısiyle târihe bakışları çoğu kere aynı istikâmetdedir. Hıristiyan batı medeniyyetine dâhil bulunan milletlerin hayât görüşleri büyük bir benzerlik göstermekdedir. İslâm medeniyyetinde ise bu hâlin çok daha belirgin olarak ortaya çıkdığını görüyoruz. O medeniyyet dâiresinde bulunan Orta Asya'daki Kırgız'la Edirne'deki Osmânlı Türkünün ve cenûbdaki Müslimân Arab'ın târihe bakışları arasında ayniyyet vardır. Bunların hepsi târihlerini İslâmın doğuşuyla başlatır. Bu hâdisenin her iki tarafındaki zemân dilimleri tevhîde dayalı bir bilgi sunmuyorsa ilgilerini çekmez. Ta'mîr-i bilâd, terfîh-i ibâdı düstûr edinen bu insânların hedefi aynıdır: Allahü teâlânın istediği gibi bir Müslimân olmak ve âhireti kazanmak. İngiliz fitnelerinden önce ümmet-i icâbeti meydâna getiren kavimlerin hemen hepsi târihlerini bir bütün olarak görürdü. Öyle ki İspanya'nın elden çıkışı oranın sâkini Müslimânları ne derece yaralamışsa, İstanbul'daki Osmânlı Türkünü de o derece dilhûn ederdi. Yahya Kemal «Târih Musâhabeleri»nde şunları söylüyor:
"Çok inananlar çok benimserler.
Türk milleti Osmânlı saltanatının asırlarında, İslâmiyyete çok fazla inanıyordu; çok fazla inandığı için de onu çok fazla benimsemişdi. O kadar ki İslâmiyyete gerek uzak ve gerek yakın mâzîde, gerek de hâlde vâki olan her ta'rîzi aynen kendine âid sayardı.
Bugün elli ile altmış arasında olanlar pekiyi bilirler ki, mektebde, âilede, hâsılı düşünülen her yerde, Endülüs'ün bahsi geçdikçe, onun serencâmından içimiz yanar, onu bizim devletin kaybetdiğini sanır, ona bir gün kavuşmamızı temennî ederdik ve İspanyollara bu yüzden çok düşmândık. Hattâ bize çok fenâlık etmiş bâzı İslâv milletlerinden daha fazla düşmândık. Çünkü engizisyon mahkemesinin ateşleri gözlerimiz önünden gitmiyordu. Biz İslâmiyyeti bu kadar benimsemişdik."
Osmânlılar ve onlardan önce Selçuklular İslâm öncesi Türk târihiyle rûhen hemen hiç irtibât hâlinde bulunmamışlardı. Târihlerini Oğuz Hân'dan i'tibâren sâhibleniyorlardı. Aşıkpaşazâde'nin sessiz kaldığı mevzûlarda Neşrî'ye kulak verelim: 
"Oğuz Hân bin Kara Hân bin Zib-bakoy bin Bulcas bin Yâfes bin Nuh aleyhisselam, şâbb-ı cemîl ve mehîb ve şücâ' ve kerîm, ahsenü'ş-şekl ve mu'tedilü'l-kâme kişiydi. Nûr-i islâm yüzünde leme'ân iderdi. Etrâk ânın hüsn-i cemâline te'accub iderlerdi. Ve etrâkden kavmini evvel Allahü te'âlâya da'vet iden budur." 
Görüldüğü gibi Oğuz Hân'ın önemi tevhîd inancından kaynaklanıyordu... Şimdi burada ceddimizin İslâmiyyet öncesi atalarıyla kalbî bir münâsebet kurmamış olmalarına bakarak millî târih şuûrundan uzaklaşmış olduklarını söyleyebilir miyiz? Bu suâlin cevâbını kısa yoldan evet söyleyebiliriz şeklinde vermek mümkün. Fakat bu cevâbımız acebâ ne derece sıhhatli olacakdır? Zîrâ karşımızda inkılâbcı bir neslin başında bulunanlarla birlikde bütün bir geçmişi reddetmesi hâdisesinden çok daha farklı bir mes'ele durmakdadır: Yüzlerce neslin milyonlarca evlâdının bin seneyi aşkın bir zemân aynı şeyi söylemiş ve hâlen de söylüyor olmaları. Ya'nî işi kestirmeden halletmeye kalksak o anda bin yıllık bir geçmişde yaşamış on milyonlarca ecdâdımızı ve şimdiki milletimizi hâfıza kaybıyla suçlamış olacağız. Esâsen bizim buradaki hassâsiyyetimiz bu kadar çok insânı suçlayamayız düşüncesinden ziyâde böyle düşünmüş yüzlerce nesil arasında ona muhâlif düşünen tek nesil bizim olmamızdan kaynaklanıyor. Türkçesi onlara şuûrsuz sıfatını vermekden çekinmiyoruz. Böyle olsalardı biz o zemân onlara kolayca yukarıdaki yakıştırmada bulunabilirdik. Nitekim ecdâdımızın "etrâk-ı bî-idrâk" dediğine biz de aynısını diyoruz. Lâkin bizi tedirgin eden hâdise; "Bunca yanlış düşünen nesil arasında hakîkati yakalayan sâdece biz miyiz?" suâlidir. Bu suâlin cevâbını çoğu insânımız henüz verebilmiş değildir ve bu hâlin en azından bir müddet daha aynı şekilde devâm etmesi tahmîn edilebilir.
Türk milletinin kendisiyle hiçbir ırkî bağı bulunmayan insânları bu derece kendinden hissetmesi medeniyyetçe nasıl mümkün kılınıyordu? Yine aynı medeniyyet nasıl oluyordu da temâmen aynı ırkdan gelen insânların râbıtalarını kâmilen kesebiliyordu? Medeniyyete bu salâhiyyeti veren güç neydi?
Müslimânların maddî-ma'nevî bütün cihetleri İslâm medeniyyetinin bir parçasıdır ve esâsen İslâm medeniyyeti bütün bunların toplamına verilen addır. Dîn-i mübîn-i islâm ehl-i îmânın her şeyini düzenlediği için İslâm medeniyyetinin binâsında da yegâne âmil oluyor. Ehl-i sünnet büyüklerinin mübârek nazarları, mübârek dudakları ve mübârek kalemleriyle yetişen milyonlar farklı bir dünyâ görüşünü temsîl ediyor. Dolayısiyle millî telâkki, cem'iyyetin içinde bulunduğu medeniyyet ve en tepede dîn, milletlerin târihe bakışlarına te'sîr icrâ eden ve mutlakâ bir önceki bir sonrakinin inhisârı altında şekillenen merci'ler olarak karşımıza çıkıyor...
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.