Türkçe niye hedef?

A -
A +
"Arabca ve Farsca asıllı kelimelere Türkçenin sâflığı cihetinden karşı çıkanların destan yerine "epope", asrî yerine "modern", ictimâî yerine "sosyal" kelimelerini Fransızcadan alarak kullanmakda bir be's görmemeleri ne kadar da ma'nîdâr..."
 
 Türkçenin yirminci asırda uğradığı kan kaybı münevverlerimiz tarafından "Öztürkçecilik" hareketine bağlanmakdadır. Onlara göre cinâyet mesâbesindeki bu hareket hangi zâviyeden bakılırsa bakılsın haklı gösterilemez. Zîrâ asrımızın başında madde ve ma'nâ yönüyle muhteşem bir ilim lisânı olan Türkçemiz bu menfî hareket netîcesinde son derece küçülmüş, ifâde kâbiliyyetini büyük ölçüde yitirerek kısırlaşmış ve nihâyet hemen herkesin birkaç yüz kelimeyle konuşup anlaşdığı bir lisân hâline dönüşmüşdür.
Kanâatimizce münevverlerimizin yukarıdaki tesbîtlerinde tam bir isâbet bulunmakdadır. Fakat bizim buradaki maksadımız bu düşüncelerin doğruluğunu uzun uzun değerlendirmek değildir. Gâyemiz söz konusu hareketlere hangi sâikler dolayısiyle kalkışıldığını tesbît etmekdir. Şu hâlde biz burada esâs i'tibâriyle adı geçen mevzûda görüş bildireceğiz. Lâkin bundan önce lisânın bizi alâkadâr eden husûsiyyetleri üzerinde umûmî olarak duralım.
Lisânlar daha ziyâde cem'iyyetin bağlı bulunduğu medeniyyet çerçevesinde gelişir. Her medeniyyet kendisi dâhilinde bulunan milletlerin dillerine kadar nüfûz etmişdir. Daha doğrusu bu nüfûz ediş, her ikisinin ayrılmaz şekilde kaynaşdığı bir hâl arz eder ki söz konusu durumu sâdece medeniyyetle lisân arasında değil, medeniyyetle milletlerin bu kabîl diğer bütün müesseseleri arasında müşâhede etmemiz pek mümkündür. Hıristiyan batı medeniyyetinin derin izlerini Fransız, İngiliz, Alman... lisânlarında tesbît etmemiz gâyet tabîîdir. Yine bunun gibi Türkçemiz de İslâm medeniyyetinin husûsiyyetlerini arz eder. Lisânımızın en mütekâmil şekli olan osmânlıcada İslâm dîni ve medeniyyetinin silinmez izlerini taşımayan hemen hiçbir kelime yok gibidir. Ve hattâ bugün bile dilimizdeki İslâmî unsurları yok farz edecek olursak, Türk dilinin Sümerce, Latince gibi artık yaşamayan birtakım lisânlar içine girmesine bu kelimelere kıyâsla adedleri oldukça mahdûd sayılabilecek kelimeler karşı koyacakdır. Kezâ mi'mârimiz, şi'rimiz, güzel san'atlarımız... aslî unsurları i'tibâriyle İslâm dîni ve medeniyyetinin mahsûlleridir.
Yukarıda lisânımızın İslâm medeniyyeti dâhilinde inkişâf gösterdiğini zikretmişdik. Bu cümleden olarak dilimizin İslâmiyyetle türlü vechelerden alâkalı sayısız kelimeyi ihtivâ etdiğini de ifâde etmişdik. Tabîî bu kelimeler ba'zân doğrudan ve ba'zân da gayr-i ihtiyârî olarak milletimize İslâm dîni ve medeniyyetine olan mensûbiyyetini idrâk etdiriyordu. Cihâd kelimesi Peygamber efendimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" harblerini hâtıra getirirken, haydar kelimesi Hazreti Alinin "radıyallahü anh" kahramânlığını zihinlere bir def'a daha nakşediyordu. İspanya demek olan Endülüs kelimesi ise haçlıların katliâmına ma'rûz kalan Müslimânları düşündürüyor ve gazâ aşkını tâzeliyordu. Ders kelimesi müderrisi, müderris ise aklî ilimlerin yanında naklî ilimlerin de okutulduğu medreseyi akla getiriyordu.
İşte biz dikkatleri sayısız kerre bu noktalar üzerine çekmek istiyoruz!.. Tasfiyeciler neden acebâ dilimizde islâm medeniyyetinin mahsûlü olarak yer alan kelimeleri kendilerine hedef seçmiş bulunuyorlar? Ve hem de türkçe adına!.. Ve fakat maalesef Türkçeye Moğol istîlâsının dahi vuramadığı darbeyi vurarak!..
Onlara göre bu kelimeler Türkçeye zorla sokulmuş ve dilimizi asırlarca istîlâ etmiş yabancı unsurlardır. Türkçe bunlardan kurtulup sâflaşmadıkça istiklâline kavuşamaz ve dolayısiyle millî bir kimliğe bürünemez. Aslında bu iddiâlar hiçbir ilmî vasıf taşımadığı gibi lisânla alâkalı hakîkatlerle de çatışmakdadır. Nitekim bugün bütün dünyâya az veyâ çok yayılmış bulunan İngilizcenin bünyesinde taşıdığı kelimeler, menşe i'tibâriyle en az %75 nisbetinde yabancıdır. Başda Latince olmak üzere pek çok dil bu duvara tuğla koymuşdur. Ne var ki küçük bir azınlığın dışında hiçbir İngilizin bugüne kadar çıkıp da; "bunlar sâf İngilizce değildir, bu kelimeler atılmadıkça İngiliz lisânı aslî hüviyetine bürünemez" dediği duyulmamışdır.
İşte bu noktada akla hemen şu soru geliyor: Peki ama lisânların millî olması ne demekdir? Neden acebâ her hangi bir dış te'sîre ma'rûz kalmayan milletler lisânlarında pek çok yabancı asıllı kelime bulunmasına rağmen konuşdukları dilin millîliğinden emînler? Benzer suâli başka bir zâviyeden soracak olursak: Neden acebâ geri kalmış milletler pek çok müesseseleriyle birlikde lisânlarının da millîliğinden şüphe ediyorlar? Ve hattâ ba'zân -ki bunun en müşahhas misâli biziz- bundan son derece emîn görünüyorlar. Bu suâllerin ardından zihnimizde beliren pek çok soru işâreti zannediyoruz millîliğin îzâhıyla ortadan kalkacakdır. Ve bu îzâhla birlikde bugün için anlayamadığımız veyâ bu yolda zorlandığımız pek çok husûs da idrâkimiz dâhiline girmiş olacakdır.
O hâlde millîlik nedir? Millîliğin cem'iyyete âid hemen bütün müesseselerdeki tezâhürü nasıldır? Bir milletin mi'mârîsi, şi'ri, güzel san'atları... ve nihâyet lisânı hangi vasıflar dolayısiyle millîdir.
Millîlik, millî telâkkiye tam bir uygunluk hâlidir. Millî telâkki ise, "milletde yaşayan ve onun her şeyine te'sîr eden, ona mal olmuş hâkim inanış ve ölçü manzûmesi demekdir." Dolayısiyle milletlerin yukarıda saydığımız bütün müesseseleri millî telâkki dâhilinde inkişâf gösterir ve bu sebebden her biri millî olur. Zâten millî telâkkiyi bu şekilde ifâde etdikden sonra milletlerin şi'rde, mi'mârîde, edebiyyâtda... ortaya koyacağı eserlerin farklı bir özellik taşıyabileceğini düşünmek yanlış olacakdır. Buna uymayan misâller intihârın resmidir. Demek ki lisânlar da târihî seyir i'tibâriyle millî telâkki istikâmetinde gelişme gösterecekdir. Bir lisânın her hangi bir dilden fazla veyâ az mikdârda kelime alması onun millîlik vasfının giderek bozulduğuna değil, fakat millî telâkkinin o yönde karar aldığına delîl teşkîl eder. Dilimizde Arabî ve Fârisî asıllı binlerce kelimenin bulunması tasfiyecilerin iddiâ etdiği gibi serâyın zorlamasiyle oluşmuş bir netîce değildir. Aksine halkımızın bütün samîmiyyetiyle desteklediği millî bir vâkıadır. Milletimizin binlerce senedir kullana geldiği isimlerin çok büyük bir kısmını emekliye ayırıp çocuklarına Ahmed, Mehmed, Mustafa gibi adlar vermesi bunu isbâtlamakdadır. Bütün Türklerin târih boyunca yaşadığı en mes'ûd devreyi teşkîl eden 16. yüzyılda bu isimlerin önüne geçen bir ad var mıdır? Öte tarafdan halk kültürümüze âid pek çok eserin yer yer kesîf şekilde söz konusu kelimeleri ihtivâ etmesi de insânımızın samîmiyyetini göstermesi bakımından mühimdir. Devlet kademesindeki vaz'iyyetin halkımızın yukarıdaki durumundan farklı olmadığını da yeri gelmişken ifâde etmeliyiz. Nitekim 36 Osmânlı pâdişâhından dokuzunun ismi Ahmed ve Mehmeddir. Dört de Mustafa vardır. Şu hâlde söz konusu kelimeler tam bir millî mutâbakat ortamında lisânımıza girmekdeydiler ve bunun için de sâf Türkçe kelimeler kadar millî idiler.
Şimdi bu noktada şu suâlleri sorabiliriz: Hâl böyle iken tasfiyeciler neden söz konusu tavırlar içerisine girmişlerdi. Acebâ onların yukarıdaki fikirleri millîliğin mâhiyyetini bilmemekden doğan bir idrâk yanılgısından mı ileri geliyordu? Aslında bu ihtimâl nazariyyede mümkün gözüküyorsa da hakîkatde hiçbir kıymet ifâde etmiyor. Zîrâ tasfiyecilerin hemen her husûsdaki icrââtları onların son derece ince yapılmış bir hesâb dâhilinde hareket etdiklerini ortaya koyuyor. Onların başlıca vasıflarını teşkîl eden husûsiyyet fi'llerinde görülen sarsılmaz istikrârdır ki bizi yukarıdaki kanâate iten sâiklerden biri budur. Hâlbuki idrâk yanılgısına düşen insânlar hareketlerini son derece düzenli bir şekilde sıralayamazlar. İdrâk yanılgısı esâsen bir anlayış hatâsı olduğu için buna bağlı görüşler de tabîî olarak yanlış, en azından kusurlu olacakdır. Fakat bu demek değildir ki bir husûsda idrâk yanılgısına düşmüş insânlar cem'iyyetlerine âid bütün mevzûlarda istisnâsız şekilde yanlış düşünecekler ve böylece bir yanlış düşünme istikrârı oluşduracaklar. Eğer böyle bir hâl söz konusu ise buradaki durum idrâk yanılgısına değil, sâdece tek bir şeye işâret edebilir: Kurnazca bir hesâb üzerine binâ edilmiş sistemli bir harekete!..
Dolayısiyle tasfiyecilerin içinde bulundukları durum bir idrâk yanılgısı değildir. Onların yukarıdaki fikirleri yanılarak da olsa türkçemizi samîmî gayretlerle gelişdirme düşüncesinden kaynaklanmamakdadır. Bu görüşler lisânımız üzerinde yapdıkları tahrîbâtı ma'kûl bir zemîne oturtma isteğinden ileri gelmekdedir. Nitekim onların söz konusu kelimelere Türkçenin sâflığı cihetinden karşı çıkarken destan yerine "epope", asrî yerine "modern", ictimâî yerine "sosyal" kelimelerini Fransızcadan alarak kullanmakda bir be's görmemeleri de bu kanâatimizi te'yîd eder vasıfdadır.
O hâlde lisânımıza karşı takınılan bu tavırların sebebleri nelerdir?
Son derece karışık gibi görünen bu suâllerin cevâbı aslında öyle sanıldığı kadar girift değildir. Tasfiyecilerin hayât hikâyeleri niyyetleri hakkında net bir görüşe varmamızı mümkün kılmakdadır. Kanâatimiz odur ki, bu uygulamalar inancımıza karşı yürütülen sistemli bir hareketin lisânımızdaki tezâhürüdür ve bundan başka da hiçbir şey değildir. Zîrâ bu şekilde İslâmiyyetle uzakdan yakından ilgisi bulunan her şey lisânımızdan, dolayısiyle insânımızdan uzaklaşdırılacak ve böylece hücrelerimize kadar işlemiş dîn-i mübîn-i İslâm bizlere unutdurularak inancsız bir millet hâline gelmemiz sağlanacakdı.
Tabîî bütün bunlardan maksad milletimizi bâtıl bir dîne hâzırlamakdı!..
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.