RAMAZAN AYININ HAVASI BİR BAŞKADIR

A -
A +
Yılın on iki ayından biri var ki, diğerlerinin kavuşamadığı bir alâkaya sahiptir. Bu vesileyle "On bir ayın sultanı" namı verilen Ramazan ayı, gündüzleri tutulan oruç ve geceleri kılınan teravih namazlarıyla diğer aylardan farklılık gösterir.

Üç otuzunda!
Ramazan, güneşin hararetinin kum ve taşa şiddetle tesir etmesi demektir. Aylara isim verilirken o sene o ay hangi mevsimde ise bununla isimlendirilmişti. O sene şiddetli sıcaklara rast geldiği için bu ismi aldı. Oruç ayı olduğu için, oruçlunun günahlarını yakıp yok ettiğinden dolayı da mecâzen bu isim uygun düşer. Câhiliye devrinde bu aya Nâtık denirdi. Kur'an-ı kerîmin inmeye başladığı aydır. Bin aydan hayırlı Kadir Gecesi bu aydadır. Ramadânü'l-Mübârek diye anılırdı. Halk ağzında Ramazan olmuştur.
İslâm âleminde kullanılan Hicrî takvim ayın hareketlerine göre hesaplandığı için, Ramazan ve Bayram günleri, her sene, güneş takvimine göre 11 gün evvel olduğundan, hep aynı mevsime rast gelmez. 33 senede bir kamerî takvim ile şemsî takvim (güneş takvimi) aynı günde buluşur. Onun için 70'inden yaşlı birisi için üç otuzunda denir. Yani Ramazan ayını ömründe üç defa aynı mevsimde görmüş demektir.
Ayın başlaması hilâlin görülmesiyle olduğu için, birkaç gece öncesinden hilâl gözetlenir; görülürse, her şehirde kale mahallindeki top atılarak  Ramazan ayı ilân edilirdi. Görülmezse Şaban ayı otuza tamamlanıp, ertesi günü oruca başlanırdı. Bu iş için hususî vazifeliler vardı. Dünyanın bir yerinde hilâl görülünce orada oruca başlamak lâzım olduğundan, dünyanın farklı yerlerinde bir gün evvel veya sonra oruca başlandığı olabilirdi. Sahur ve iftar saatleri ise mahalle davulcuları tarafından mâniler söylenerek ilan edilirdi.

Selâmlığa mı çıkacak?
Osmanlılarda Ramazan ayı öncesinde hazırlıklar başlardı. Câmiler temizlenir; mesai saatleri oruca göre tanzim olunurdu. Mektep ve medreseler tatil edilirdi. Halk, işi gücü biraz beklemeye alır; iftara yakın çarşılarda açılan Ramazan sergileri dolaşılırdı. Bu sergilerde tesbihten kitaba envai çeşit mal satılırdı. Tiryakilerin işi her zamanki gibi zordu. Rivayet odur ki, Sultan II. Mahmud, musahibi Said Efendi ile iftara yakın Sirkeci'de babasının türbesini ziyarete gitmiş. Tiryaki olduğunu bildiği türbedara takılmak istemiş. Babasının sarığını beğenmediğini, tekrar sarmasını söylemiş. Türbedar sarmış. Yine beğenmemiş. Tekrar sarmış. Yine beğenmeyince, oruç kafasına vuran tiryaki türbedar; "A hünkârım, babanız yarın Cuma selâmlığına mı çıkacak, varsın böyle kalsın" demiş. Türbedarın çıkışına padişah pek gülmüş; "Maksadım latifeydi" deyip bahşiş vererek türbeden ayrılmışlar.
Saraydan en küçük eve kadar iftar davetleri verilirdi. Paşa konakları ve zengin köşklerinde üst katta davetlilere, alt katta gelip geçenlere sofralar kurulur, millet iftar vermekte yarışırdı. Herkesin sofrası, her zamankinden biraz daha parlak olurdu. Ramazan sofrasının hususiyetlerinden birisi de hurma ile güllaçtır. Hele güllaç, sanki Ramazana mahsus bir tatlıdır. Bereketinden olsa gerek, Ramazan, fukaranın daha çok gözetildiği bir aydır. Zenginler, bu ay başlamadan fakir evlerine bir aylık erzak göndermeyi âdet edinmişti. Oruç tutmayanlar, hatta gayrımüslimler aleni oruç yemeyerek oruç tutanlara hürmet gösterirdi.

Enderûn usulü terâvih
Ramazan gecelerinin ziyneti terâvih namazlarıdır. Hazret-i Peygamber'in sünneti olarak sonraki asırlara intikal eden bu namaz yatsıdan ayrı 20 rek'attir. Namaz aralarında ilahiler okunur, salevatlar getirilir. Cemaatle kılmak sünnettir. Genç-yaşlı, büyük-küçük müsait olan bütün Müslümanlar bu gecelerde câmiye koşup yalnız kılınması zor olan bu namazı kılmaya çalışırdı. Büyük câmilerde saraydan gelme enderûn usulü denilen terâvih namazı kılınırdı. Bunun farkı, güzel sesli müezzinlerin okuduğu ilahilerin makam ve mânâ bakımından birbiriyle tenasüp içinde olmasıdır. Ayrıca namazda okunan âyet ve sureler rastgele seçilmezdi. Rahmet, tesbih ve Resulullahı öven âyet-i kerimeler okunurdu.
İlk Müslümanlar zamanında Ramazan gelince Mescid-i Nebi'deki bütün kandiller yakılırdı. 1500'lerde Sultan II. Selim zamanından itibaren minareler arasına mahya denilen kandiller germek âdet olmuştu. Ayın ilk yarısında âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler, dinî ve ahlakî nasihatler yazılır; yarısından sonra kayık, gemi, çiçek, Kızkulesi, köşk, fıskiye, câmi, top arabası, ay-yıldız gibi resimler yapılırdı. Hareketli mahyalar bile vardı.
Bazı câmilerde bulunan veya ailelerde saklanan Sakal-ı şerif ziyareti de bu ayın hususiyetlerindendir. Hazret-i Peygamber'in Veysel Karanî'ye hediye ettiği meşhur Hırka-ı şerif, bu âilenin torunları tarafından halka gösterilir. Sultan Abdülmecid, bunun için Fatih semti civarında Hırka-ı şerif Câmii'ni yaptırmıştı.
Gündüz camilerde daha çok vaaz ve mevlid cemiyetleri olur; halk câmileri doldururdu. Ekseri ikindiden ve sahurdan sonra mukabele okunurdu. Yani hoca Kur'an-ı kerimi sırasıyla okur, cemaat takib eder; ay sonunda topluca hatim duası yapılırdı. Mukabele, her sene, o zamana kadar inen âyetlerin Cebrâil ve Resulullah aleyhimesselâm arasında karşılıklı okunması geleneğine dayanır. Bilhassa kadınlar türbelere koşardı.
Normal zamanlarda yatsıdan sonra ortalıkta in-cin top atarken, Ramazanda geç vakte kadar çarşılar, kahvehaneler açık kalır; terâvihten çıkanlar buralara akın ederdi. Meddah, orta oyunu ve hayal oyunu (Karagöz) seyredilirdi. Sonraları dram kumpanyaları tiyatro oynamaya başladı. Direklerarası denilen Şehzâdebaşı eğlenceleri, İstanbul'da serbestliğin baş gösterdiği son yıllara ait bir keyfiyettir.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.