“Sessizliği bozan” bir demeç deyip geçelim mi?

A -
A +

Öyle tuhaf bir durum ki bu, neresinden bakacağını bilemiyor insan.

Sözcü gazetesinin birinci sayfasından gördüğü haberin üst başlığında kullandığı ifadedeki gibi “sessizliğini bozarak” konuşmuş. Memleket ve bu ülkenin Cumhurbaşkanı, seçilmiş meşru hükûmeti sırf küresel ayak oyunlarının piyonu olmuyor diye dört koldan saldırıya uğrarken susuyor, ama kumpas davası sırasında çıkan durumu iç politika malzemesi yapılacağını tecrübeleriyle bilmesi gerektiği hâlde ortaya karışık bir demeç patlatıyor.

İki şey söylemiş ve alt alta koyduğumuzda ortaya çıkan tabloda görünen ne onu konuşalım.

17-25 Aralık seçilmiş hükûmete, başbakana, devletin bütün mekanizmalarına ve demokrasiye darbe teşebbüsüdür. (…) Bugün o mahkemede sunulan belgelerin 17-25 Aralık ile irtibatı dolayısıyla bizim açımızdan hükmü yoktur.”

Bu sureti haktan olma kısmını takip eden cümleler ise şöyle:

“… Reza Zarrab başta olmak üzere bu ateş çemberindeki ülkenin düştüğü zor şartlarda kim kendi çıkarını düşünmüşse, kim servetini artırmayı planlamışsa, kim rüşvet almışsa, kim haksız kazanç peşinde olmuş ve elde etmişse onlardan da hesap sorulmalıdır. Türkiye’de yanlış bazı işler olmuşsa bu yanlışın hesap verilme makamı da New York değil Ankara’dır, Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleridir.

Söyleyen, “sessizliğini bozarak” konuşan eski Başbakan Ahmet Davutoğlu.

Ben “siyaseten doğrucu” ve karnından konuşan biri olmadığım için söyleyeyim:

Kendisi 17-25 Aralık’ta hedef alınan dört bakanın yargılanmasını istiyor. O sıralarda Meclis’ten kendisinin de iyi tanıdığı bazı arkadaşlar da bu bakanların yargılanmasını ve Yüce Divan’a gönderilmelerini ima etmişlerdi.

Yüce Divan’ın yarısının FETÖ’cü olduğu 15 Temmuz’dan sonra ortaya çıktı.

Ama yukarıdaki iki bölümden birinde “O mahkemedeki 17-25 Aralık belgelerinin bizim açımızdan hükmü yoktur” dedikten sonra diğerinde de o bakanları kastederek “kim rüşvet almışsa, kim servetini artırmayı planlamışsa, kim haksız kazanç peşinde olmuş ve elde etmişse onlardan da hesap sorulmalıdır” demiş.

Sayın Davutoğlu’nun söylediği iki söz ayrı ayrı ele alındığında kendi başına doğrudur. Ama hükmü olmayan yasa dışı yollardan elde edilmiş sahte belgelerle, birilerinin, rüşvet aldığı, haksız kazanç sağladığı iddiasıyla yargılanmasını istiyorsanız kendinizle çelişirsiniz. Boşuna söylemiyoruz öyle değil mi “Usul esasa mukaddemdir” diyen hukukun o ünlü kuralını. İzmir Büyükşehir Belediyesi’ndeki büyük çaplı bir yolsuzluk soruşturmasını “Bu belgeler yasa dışı yollardan elde edilmiştir” diyerek sonlandıran hâkimi herkes alkışlamadı mı?

Balyoz ve Ergenekon davalarını bitiren de yasa dışı yollardan elde edilen ve aynı zamanda tahrif edilen belgeler değil miydi?

Bu da aynı şey.

Herkes vicdani kanaatlerini ve bir konuya ilişkin fikirlerini eğer bir “hukuk normu” hâline getirmeye kalkacak olursa ülke yaşanmaz hâle gelir. Bunu en iyi Sayın Davutoğlu eskiden Başbakanlık yapmış bir isim olarak iyi bilir. Kaldı ki bazıları yargılanmış ve beraat etmişlerdir kendisinin de işaret ettiği bağımsız ve tarafsız Türk mahkemelerinde. Aslında Davutoğlu’nun böyle karışık ifadeler yerine New York’taki mahkemeyi daha net biçimde “Bu kumpas davası bir an önce sonlandırılmalıdır” diye tanımlaması beklenirdi. Yurt dışına gönderilmiş gibi algılanan selamlar, yurt içinde pek hoş karşılanmadığı için söylüyorum bunu.

Ben Sayın Davutoğlu’nun özellikle bazı gazeteler tarafından Reza Zarrab konusuna malzeme edilmesine mesafeli yaklaşıyorum. Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi’nin söylediği gibi bu iddialar üzerinde düşünülmeye, araştırılmaya ama aynı zamanda da kanıtlanmaya muhtaç. Ama yine de Reza Zarrab’ın kendisine “Amerikalılar tarafından tehdit ediliyorum, korunmaya ihtiyacım var. Yoksa beni Amerika’ya götürecekler” deyip yardım isteyip istemediğine, kendisinin bu konuyu başından savdığına dair haberlere bir açıklama getirmesinde de fayda var. Çünkü sonuçta Başbakan olduğu sırada Reza Zarrab göz göre göre Amerika’ya gitti ve anında gözaltına alındı. Şimdi anlaşılıyor ki bu anlaşmalı bir gidişti.

Sadece o değil ondan sonra giden Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla da aynı akıbete uğradı.

Nagehan Alçı’nın yazdığına göre bu Mehmet Hakan Atilla’nın Zarrab’ın tutuklanmasından sonra ABD’ye ikinci gidişiydi.

Daha o vakitler hem Reza Zarrab hem de banka müdürlerinin Amerika’ya(yurt dışına) gitmemeleri gerektiğini söyleyen pek çok yazar vardı. Cem Küçük ve Mehmet Hakan Sağlam benim bildiklerim.

Ama Mehmet Hakan Atilla gidip Türkiye’ye dönerken tutuklandıktan sonra onu oraya gönderen Halkbank Genel Müdürü Ali Fuat Taşkesenlioğlu görevden alındı.

Ali Fuat Taşkesenlioğlu Halkbank’a Bankasya’dan gelen 7 yöneticiden biri. Gelir gelmez yönetim kurulu üyesi yapıldı. Aynı gün de Genel Müdür oldu. Kendisiyle iş mülakatını yapan Ali Babacan’dı. Tarihler Şubat 2014’ü gösteriyordu.

Ali Fuat Taşkesenlioğlu Erzurumlu bir ailenin ferdi. Babası Mazhar Taşkesenlioğlu kendisine kitap yazması teklif edilince 1990’lı yılların başlarında İstanbul’a giden bir ilahiyatçı. Hem Marmara İlahiyat’ta ders verdi hem de İbni Abidin ve Muhammed Emin tarafından yazılan Reddül Muhtar (Reddül-Muhtâr Aled-Dürrül-Muhtâr Şerhi Tenvîrül-Ebsâr) adlı eseri çevirip yazdı. 

Ali Fuat Taşkesenlioğlu’na o dönem AK Parti’den itiraz edenler de çıkmış ama İstanbul teşkilatı tarafından “Bizim adamımızdır, iyidir” denilerek sahip çıkılmıştı.

Sonuçta Davutoğlu’nun bir demecinden yola çıkıp yazarken nerelere geldik.

Bu yüzden kısa kesip bitirelim.


UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.