DİNLERİN IŞIĞINDA KANUNLAR: Töreden emr-i ma’rufa... -I-

A -
A +

Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com

Dünya yalnız insanlara değil, bütün varlıklara açık bir mekândır.
 Gezegenimizde insanlar toplu olarak yaşarlar. Bu hem güven hem de yardımlaşma için önemlidir. Dünyamızda sade insanlar değil, genelde bütün varlıkların bir arada oldukları görülür.
 Hayvanların beraber yaşamayı benimsemeleri de güven ve birlikte avlanma içgüdüsüne dayanır.
 Bitkiler ve ağaçlar toprağı geniş alanda birlikte paylaşırlar. Tabii ortamın gereği olarak görülen bu manzarada, su ve kullanılabilir gazların varlığının önemi tartışılmaz.
 Dağlar da bir düzen dâhilinde, beraber bulunurlar. Bu tabii oluşumlar her yerde silsile hâlindedirler.
 Kısacası tabiatta varlıkların bir arada bulunmaları düzenli bir ortamın oluşmasını sağlamıştır. Her oluşumun büyük bir nizam ve ölçü dâhilinde olduğu düşünülürse bu sistemde ilahi bir kudretin varlığını idrak etmek hiç de zor değildir.
 İnsanların toplu yaşayışı birtakım müeyyideleri de beraberinde getirmiştir. Bir zincirleme düzeni andıran cemiyet hayatı, zincirin her halkasının uyumlu ve sağlam olmasını gerektirir. Bu direnç ve nizam toplumun düzenini sağlar.
 Birlikte yaşama fertlerin erdem ve iyi niyetlerine terk edilemez. İki kişinin olduğu yerde, bir iyi bir de kötü faktörün varlığı kabul edilir. Sistem iyiye göre değil, kötünün şerrinde iyiyi koruma şeklinde düzenlenir. Unutulmamalıdır ki her Habil’in bir Kabil’i olabilir.
 O hâlde toplum fertlerinin beraber yaşayabilmeleri için düzen ve emniyet şarttır.
 İnsanın varlığıyla mülk edinmek, benimsemek, sahiplenmek duyguları da gelişmiştir. Az olanın talibi çoktur. Karmaşık ve oturmamış toplumlarda paylaşım yerine zorbalık ve kuvvet kullanılarak mal edinmek yaygındır.
İlkel toplumlarda da yaşamak için yiyecek yanında,  mülkiyet kavramı da önemlidir. Avlanmak ve savaşmak için kullandıkları ilkel silahları ve iptidai barınakları da hep bu mülkiyet kavramı içindedir.
 Mülkiyet duygusu insanda şuurlu davranışa atılan ilk adımdır. Sahip oldukları mallarını korumak da özellikle ilkel toplumlarda kuvvetle mümkün olabilmiştir.
 Gelişen toplumlarda ise birtakım kurallar görülmeye başlar. Bu kurallar hem mülkiyeti hem de insan hayatını korumak için gereklidir.
 Kişilerin hareket sınırlarını, yapabilirlik ve davranış hürriyetlerini belirlemek, bu gelişen yaptırımlarla temin edilmeye başlamıştır.
 Şunu önemle belirtelim ki, ilk insan ve onun çoğalan nesline, dolayısıyla ümmetine Hazreti Âdem (aleyhisselam) nasıl ilk peygamber olarak gönderilmiş ve her peygamber ilahi bir nizamla gelmişse, insanlığın her döneminde huzur ve düzeni temin eden dinî müeyyidelerin olduğunu da kabul etmek zorundayız.
 İnsanların geniş coğrafi alanlara yayılmalarıyla ilahi nizam toplumundan kopuşlar, birtakım sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Kendi sistemlerini kurmak isteyen insanlar, beşerî zaafların var olduğunu görmüşler ve bu zaafların kendilerini zora sokmasıyla, maşerî vicdanlarından doğan birtakım yaygın kuralları benimsemişlerdir. Yazılı olmayan bu kurallar topluluğuna  “töre’’ denilmiştir.
  Her toplumun töresi o toplumun aynası gibidir. İnsana verilen değer, hakların tanzimi, uygulamalar, tedbirler, cezalar, savaş ve elde edilen malların taksimi hep törelere bağlanmıştır. Törelerin uygulanması mutlak lidere (kağan, beğ, başbuğ) bağlı ise de toplum kendi arasında töreyi mutlak bağlayıcı olarak kabul eder ve geniş çapta ona uyardı.
 Türklerin ilk yazılı belgeleri olarak kabul edilen ‘Göktürk Yazıtları’nda, törenin devlet demek olduğunu gösteren çok net ifadeler vardır. Bu töreler çok zaman yazılı olmayan yaptırımlar olarak varlıklarını sürdürmüşken zamanla kanunlaştıkları ve yazılı metinlere dönüştükleri görülmüştür. ‘Dîvânü Lugâti’t-Türk’te “törüg” yani töre “Düzen, nizam, gelenek, âdet”’ olarak geçer. (DLT s. 647, TDK Yayınları,1986)  “Kutadgu Bilig”de ise “törüg” “Kanun, nizam” olarak geçer. (KB İndeksi, s. 462, TKAE Yayınları, 1979.)
 Bu iki büyük eserin açıklamalarında göze çarpan husus ‘töre’nin düzen ve nizam merkezli olmasıdır. Zaten kanunun görevi de düzeni ve nizamı korumak değil midir?
 Töreler ister yazılı belge formunda kanun olsun veya sadece sözlü müeyyideler hâlinde bulunsun, toplumun tamamına yakınının kabul edebileceği teminatlar olarak görülmüştür.
 Töreler dinî kuralların da büyük bir bölümüne hâkim durumdaydılar.
 Toplum idaresi inzibati tedbirlerle sağlandığında, mutlak başarıyı yakalamak zordur. Dinî kurallar inançla ilgilidir ve aynı zamanda baskılayıcıdır. Buna rağmen insanların vicdanında ma’kes bulduğundan, bu kuralların uygulanabilirliği daha yaygın ve kolaydır. Bu yüzden varlığına inandığımız fakat muhtevalarını tam bilemediğimiz ilk inen “suhuf” (sahifeler) ve sonrasındaki ilahi tebliğlerde, mutlaka inançlarla birlikte sosyal düzene ait yaptırımla da vardı.
 Kur’ân-ı kerim’e diğer kitapların ve suhufun mütemmimi olarak bakıldığında, onda, evlenmeden alışverişe, ibadetten cezalara kadar dünyevi ve uhrevi gerekli bütün beşerî kuralların dercedildiğini görürüz.
 Bunun yanında beşerî dinlerde de insanların mutluluğunu esas alan tavsiye ve yaptırımlar göze çarpar. Başlangıç törelerinde, beşerî dinlerde veya felsefi doktrinlerde düşündürücü bazı noktalar vardır. Budizm’de, Konfüçyüs öğretisinde ve filozofların ortaya koydukları fikirlerinde çelişkiler olsa da yine de bunlarda ilgi çekici bazı hususları da görebiliriz. Çelişen fikirler diyoruz çünkü her akımın gerçeği olarak görülen bazı fikirler ışığında toplumun yönetilmesi ve inanç sistemleri farklılıklar arz eder. Özellikle başta İlk Çağ sonra Orta Çağ filozof ve Hristiyan din adamlarının bütün sistemlerini bilgi üzerine kurduklarını iddia etmelerine rağmen, bilimsel değerlendirmeler hiç de böyle göstermemektedir.
 Dogmatikler bilginin mutlak olduğunu ve tartışılmazlığını iddia ederlerken insan zihninin varlık hakkında doğru ve kesin bilgi edinebileceğini savunurlar.
 Sofist akım filozofları ise insanın kesin bilgiye ulaşmasının mümkün olmadığını söylerler.
 Septikler ise her bilgiden şüphe ederler.
 Kendi dönemlerindeki yönetimler üzerinde, törelerde, kanunlarda ve inançlarda etkili olan bu sistemlerin hangisi doğruyu bulabilmiş ve hangisi insanları doğru yola sevk edebilmiştir?
 Dogmatikler dini referans olarak alırlarken, onun insan müdahaleleriyle bozulmuş kurallarının tartışılmasına bile tahammül edememişlerdir.
 Dogmatizmle gelişen ve diğer felsefi akımlarla devam eden üst düzey düşünce tasarımı olarak kabul gören ve içindeki sosyal kuramların dogma olarak kabul edilişiyle sorgulanmazlık prensibine dayanan bu akımlar, Orta Çağ Avrupa’sında  Skolastik zihniyetle zirveye ulaşmış, ilim de, ahlak da, töre de, kanun da muharref  Hristiyanlık parantezi içinde görülür ve sorgulanır olmuştur. Bu sistem ‘’Kilise Kanunları’’ formuyla zulmün ta kendisi olarak tarihin kara sayfalarına işlenmiştir. Artık töre de, kanun da kilisedir. İlkel çağların basit fakat insana dayalı töreleri yerine, muharref Hristiyanlığın ve zamanlarındaki nebi ve resulleri kabul etmeyen filozofların fikir sarmalında kalan insanlık, huzura hasret kalmıştır.
 Bazı filozofların ve beşeri din sahiplerinin ruha ve nefse ait şaşırtıcı bilgileri ile insanın yaratılışı, kozmografya ve kâinatın oluşumu gibi hususlarda çok ilgi çekici beyanları olduğu muhakkaktır. Akla dayalı olarak dillendirilen bu gerçekleri ne ile bağdaştırmalıyız? Beşerî aklın mahsulleri olan bu sistemler çoğu zaman da birbirlerini nakz ve cerh (Yok saymak ve yanlış kabul etmek) etmişlerdir.
 Buna mukabil her devrin nebi ve resulleri hep doğru söylediler ve en büyük gerçekleri dillendirdiler. Unutulmamalıdır ki her nebi veya resul devirlerindeki bütün insanlardan üstündür. Kitaplar ve suhuftaki beyanlar ve onları tebliğ eden Allahü teâlâ’nın elçileri hep doğru oldular. Elçiler, birbirlerini hiç yalanlamadılar. Çünkü bu sözler kendi akıllarının ürünü değil, vahye dayalı kelamdı. Allah’ın mahlûku olan akıl, ilahi sıfat olan kelamdan nasıl üstün olabilirdi ki?
 O hâlde diyoruz ki: Muhtemelen, çağlar boyunca beşerî dinlerde ve felsefi akımlarda göze çarpan olağanüstü sözler, uygulamalar, töre ve kanunlar, her devirde var olan ve yalnız gerçeği ve ilahi ilmi dillendiren nebi ve resullerden alınmış, değiştirilerek kullanılmıştır.
 Hazreti Âdem’den beri ilahi elçiler, vahyin ışığında her konuda icaz (aklı aciz bırakan) derecesinde gerçekleri, ilmî meseleleri ve halk yönetimi prensiplerini vazettiler. Beşerî akıl sahipleri de inanmadıkları ve hep inkâr ettikleri vahyin gölgesinde gerçeği aradılar. Çünkü vahiy gerçekleri vazeder, akıl da onu tefekkür ederek yeni şeyleri yine onun ışığında üretir.
Töre ve dinler konusuna devam etmek arzusuyla, bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.