TENGRİLERDEN TEVHÎDE-III / Sığınma limanımız Esmâ-i husnâ

A -
A +
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
 
Her ihtiyacımızın karşılığında bir ismi olan Rabbimizin, bizim için tebliğ buyurduğu isimlerinin her biri bir derde, bir çıkmaza veya bir çaresizliğe çözüm ve çıkış yoludur: Er-Rahmân ve er-Rahîm isimleri dünyada ve ahirette onun merhametine sığınma limanlarımızdır. “Tanrı”, “Hudâ”, “Yezdân” bu iki mübarek ismi karşılayabilir mi?
 
Allahü tealanın kendi adlarını, güzel isimlerini kullanmamızı ve kendisine onlarla dua etmemizi emir buyurması kesin olduğu için bizlere başka seçim hakkı kalmamıştır.
Gerek Arâf sûre-i celîlesi 180. ayet-i kerimesinde, gerekse İsrâ sûre-i celîlesi 110. âyette emr-i ilâhîler çok açıktır: “En iyi isimler Allahü tealanındır. Öyleyse onu onlarla çağırın. Ona yakışmayan isimlerle çağıran kimseleri bırakın; onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.”
Zâtının ismi “Allâh’ı” Kur’ân-ı kerîmde çok zikreden Rabb'imiz, “Esma-i husna”sını beğendiğini de açıkça bildiriyor.
Her ihtiyacımızın karşılığında bir ismi olan Rabbimizin, bizim için tebliğ buyurduğu isimlerinin her biri bir derde, bir çıkmaza veya bir çaresizliğe çözüm ve çıkış yoludur: Er-Rahmân ve er-Rahîm isimleri dünyada ve ahirette onun merhametine sığınma limanlarımızdır. “Tanrı”, “Hudâ”, “Yezdân” bu iki mübarek ismi karşılayabilir mi?
Onun el-Melik adını düşünelim: O, ne zatında ne sıfatlarında hiçbir varlığa ihtiyaç duymaz. Her şey onun mülkü ise onun mülkünde o Melik’ten istemeyip de hangi tanrıdan isteyeceğiz?
Es-Selâm adında Rabbimizin her türlü ayıplardan ve kötülüklerden berî olduğunu biliyoruz. Bunca varlığın selâmet ve emniyeti onun elindedir. Zaten Allahü tealanın fiilleri mutlak şerden salimdir; şerri murat etmemiştir. Dara düştüğümüzde selamete çıkmak için onun bu güzel adına sığınmayıp da hangi ada sığınacağız?
El-Musavvir ismi bütün güzellikleri ve en güzel varlığı yani insanı suretlendiren Cenâb-ı Bârî iken, çocuk isteyen ebeveynin “Yâ Musavvir” diye dua etmeleri ne güzeldir. Başka nereye iltica edeceğiz? Yaşadığımız kâinatın muazzam güzelliği onun “Musavvir” adının aynasıdır. Bütün bu güzel suretler onun ef’âlinin ufak bir göstergesidir.
Zulme uğramış, ezilmiş, dünyaya küsmüş Müslümanlar ve her mazlum kul onun el- Kahhâr isminden yardım dilemeyip, nereye sığınacaklar? Çünkü o, düşmanlarının bütün kuvvetini yok eder, kahreder.
El açıp istediğimizde karşılıksız veren, hibe eden, el-Vehhâb’a sığınmayıp ondan istemeyip kimden isteyeceğiz?
Yaşamak, bedenimizi ayakta tutmak, yiyip içme ihtiyacını gidermek için el-Rezzâk diye yalvarmayıp hangi kapılara gideceğiz?
Es-Semî’ ve el-Basîr adlarının manalarını bilip hasbe’l-beşer günah işlediğimizde, bunları her zaman duyan ve gören et-Tevvâb’a tövbe etmeyip hangi taşlara başımızı vuracağız?
Tabii ki bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
İsrâ sûre-i celîlesi 110. âyet-i kerîmede mealen “İster Allah deyin, ister Rahman deyin, hangisini derseniz deyin. En güzel isimler onundur” buyrulmakta.
Rabbimiz hududu çizmiş: Ya Allah deyin ya da onun güzel isimlerinden birini kullanın. Bunun dışında bize bir tercih hakkı bırakılmamıştır.
Eski eserlerde Tanrı kelimesi çok kullanılmış ama bu kelime Allah veya Esmâ-i husnâ adına kullanılamaz. Bu konuda hissi davranmayıp bilimsel verilerle bunun olamayacağını açıklamaya çalışıyoruz.
TANRI ÇIKMAZI
Erich Von Daniken’in “Tanrıların Arabaları” adlı eseri yerine ancak ilahların arabaları diyebiliriz. Başkası olmaz.
Yine asıl adı “Immortals” yani ölümsüzler olan kelime “Tanrılar” olarak tercüme edilmiş. Antik Yunan’da geçen bir filmde, savaşçı Prens Theseus, kötü güçlere karşı savaş açar. Tanrıları ve toprağını titanlara ve barbarlara korumakla görevli olan Theseus’u seçen Tanrı Zeus’tur. Kendisini koruyamayıp başkasından medet uman bir Tanrı!?
“The Gods Must Be Crazy”, 1980 İngiliz-Amerikan yapımı bir komedi. Tercümesi “Tanrılar Çıldırmış Olmalı” Burada “Gods” yani tanrılar kelimesi anahtardır. “God” İngilizce “Allah” karşılığında kullanılıyor. Arapçada her kelimenin çokluğu vardır ama Allah kelimesi çokluğu olmayan tek kelimedir. La ilahe illallah diyen bir insan nasıl Tanrılar diyerek müşrik olur. İşte Tanrı kelimesinin sağlaması… Bakalım ve ibret alalım.
SATIR ALTI KUR’ÂN TERCÜMELERİ
Başlangıç dönemlerinde Kur’ân-ı kerimin Türkçe tercümelerinde kullanılan dil, satır altı çeviriler olup birebir aktarım durumundan dolayı Arapça sentaksa (cümle yapısı) uygunluk gösterir. İlk Kur’ân tercümelerinin X. yüzyılın sonu ile XI. yüzyılın başlarında yapıldığı kanaati hâkimdir. Zeki Velidi Togan da bu tezi savunanlardandır. Mesela “Özbekistan İlimler Akademisi Ebû Reyhân el-Birûnî Şarkşinaslık Enstitüsü Kütüphanesi” bünyesinde muhafaza edilen satır altları Türk-Farsça olan bir Kur’ân nüshası, bilim dünyasına “Özbekistan Nüshası” olarak tanıtılmıştır. (Yard. Doç Dr. Emek Üşenmez’in “Türkçe İlk Kur’ân Tercümelerinden Özbekistan Nüshası) Bu eser, Eski Türk Dili, hatta Harezm ve Kıpçak sahası dil benzeşmeleri ile önemli bir kaynaktır. Başta Fatiha-yı şerifenin yer almadığı bu nüsha, ilk üç sureyi ihtiva eder. Tahmin edildiği gibi bu eserde de “Tangrı” kelimesi bolca kullanılmıştır.
Kutadgu Bilig’deki “idi”, Mevla, Melik kelimeleri karşılığı olarak kullanılmıştır. Bu satır altı tercümelerde de “idi” kullanılmıştır.
Burada dikkat çeken husus Kur’ân-ı kerîmin bu nüshasında “Allah” lafz-ı celâli ayrı karakterde yazılmış olmasına rağmen onun yerine Tangrı veya idi kullanılması bu kelimelerin o zaman için ne kadar geçerli olduğunu gösterir. Aynı eserde Farsça tercümelerde Allah kelimesinin karşılığı Huda diye geçerken, Türkçe tercümede Tangrı diye geçer.
Tercümeler Türkçe-Farsça çapraz olarak verilmiştir. “Ve Huda- takı Tangrı Amûzkâr-Yarlıkagan” şeklindedir.
Tangrı kelimesi atasözlerimizde ve deyimlerde de kullanılır:
Tanrı koruduğunu iblis aleyhillane balta ile seğirtir.
Tanrı vermeli olucak beylik yuvasında dahi verir.
Tanrı misafiri
Tanrı nişanladığından kork.
Tanrı nişan vurduğu kuldan kaçmak gerek.
Atasözleri anonim olup çok eski zamanlardan beri dilimizde yaşayan önemli folklor ürünlerindendir. Olduğu gibi kabul edilmelidir.
Bugünkü Türk dünyasında da Allah, Tanrı, Kuday (Huda) beraber kullanılmaktadır.
Dinî ıstılahlarda Farsçanın da çok etkisi olmuştur: Vudû yerine abdest, salât yerine namaz dilimize tam olarak yerleşmiştir.
Özellikle dinî gibi görünen, fakat tamamen lâdinî olan geleneksel vazgeçilmezler bir nevi ritüeller olarak bilinen şekiller, eskiler tarafından da çok kullanılmıştır.
Farisi diliyle yazılmış çok kıymetli dinî eserler olması ve dinî edebî alıntıların çokluğu sebebiyle Farsça ile dilimiz içli dışlı olmuştur.
Büyük ve Anadolu Selçuklu devletlerinde I. Gıyâseddin Keyhusrev, I. İzzeddin Keykâvûs, I. Allâeddin Keykûbâd, II. Gıyâseddin Keyhusrev’in unvan adları hep Fârisî (Pers) mitolojik isimleridir.
 
KEBÎKEÇ
Eskiler kitapları kurt yemesin diye kitap sırtlarına veya baş sayfalara “Yâ Kebîkeç” yazarlardı. Bu kelime Süryânîcede zararlı böcekleri yok etmekle görevli bir meleğin adıdır. Eskiden el yazması kitaplara yazılan bir tılsım. Kitapları güveden korumak için yazılırdı. (Meydan Larousse, s. 137c.7, Meydan Yay. İstanbul, 1972)
Kebîkeç, yırtıcılar ayası, düğün çiçeği, kurbağa otu denilen bir bitki. Rivayete göre Süryanicede haşerat üzerine memur bir melek vardır. Bu kelimeyi güve dokunmaması için kitapların üstüne yazmalarının sebebi bu olsa gerek. (Farsça Türkçe Lugat, Gencîne-i Güftâr, Ziyâ Şükûn, c.3 s. 1503, Maarif Vekâleti, İstanbul.)
 
BEDÛH
Bir diğer tılsım gibi kullanılan kelime de “Bedûh’tur” Arapça veya Farsça olduğu belli olmayan bu kelime bir melek olarak düşünülmüş.
Kaâmûs-ı Osmânî bu kelimeyi Farsça olarak bildirir.
Mektupların kaybolduğu dönemlerde zarf üzerine “Bedûh” yazılınca, mektubun koruma altına alındığı inancı vardı.
Adres yazıldıktan sonra zarfın boş kalan üçte iki büyüklüğündeki yere “Bedûh” (Vedûd) kelimesi karşılığı olarak yazılırdı. (A. Talat Onay, Edebiyatımızda mazmunlar,  MEB Yayınları, 1996 s.136.)
Bedûh, bir tılsımlı kelime olup üç sıralı murabbaın unsurlarından teşekkül eder. Bir ara İmam Gazâlî hazretleri de bu kelime üzerinde uğraşmıştır. (Munkız, Kahire  s.46-50.)
Aynı zamanda bu asır sihirbazı olan Mısırlı Ahmed Mûsâ al- Zarkâvî, “Mefâtih al-Gayb” adlı eserinde bu konuya geniş yer vermiştir.
Aynı konuda al-İnâya ve al-Esrâr kitaplarının müellifi sihre dair yazılar yazan Mısırlı Yusuf Muhammed al-Hindî’nin eserlerinde de Bedûh hakkında bilgi vardır.
Bir diğer mütalaa da Bedûh’un Ârâmî Fârisî’deki Zühre seyyaresinin ve ilâhesinin adı olan “Biduht’tan geldiğidir. ( Krş. G. Hoffman Auszüge Aus Syrichen Akten Persicher Martyrer s.128 vd.
Bu kelime sihrî ve şeytânî bir ifadedir. Fihrist’te zikredilmiş olup ekseriya Zühre (Venüs) ile birlikte görülmektedir.
Von Hammer’in Bedûh’un Allah’ın isimlerinden birisi olduğunu iddia etmesi de çok gariptir.
Zamanında Kahireli bir büyücü, bunu mürekkep aynası ile birlikte kullanmakta idi. Bir muska gibi de kullanılırdı. Daima takılan mücevherlerin üzerine “Kebîkeç” gibi yazılıp siyânet remzi olarak kabul edilirdi. (Fath al-Celîl, Tunus 1920)
Mektup ve kitap başlarına da “Bedûh’a” işaret eden Arapça “” harfi kesik olarak yazılırdı. Aslında bu kesik bâ harfi “bismihî sübhânehû”nun kısa şekli olup “Allâh’ın adıyla” ifadesini taşırdı. Ayrıca “bâ” Besmele-şerîfe”nin ilk harfi olduğu için de önemliydi. Bütün ulûmun hulâsası Besmele-i şerîfede, onun da özü “bâ” altındaki nokta olduğu düşüncesiyle Hazret-i Alî (kerremallâhu vecheh) “Ben “bâ” nın altındaki noktayım.” demiştir.
 
HULÂSA-İ KELÂM
Evvela şunu iyi bilelim: İhlaslı bir Müslüman İslâmî müktesebât dışında hiçbir şeyden medet ummaz. Hazret-i Risâletpenâh efendimizin bize bıraktığı, Sahâbe-i kirâm Efendilerimizin ve onların devamı İslâm âlimlerinin yolu, bizim ışıklı yolumuzdur. O ışığı kaybeden karanlığa, bâtıla ve bid’atlere gömülür.
Ehl-i sünnet âlimlerimizin kullandıkları ıstılâhât bizim için rehberdir. Dinî olan konuları ritüel hâline getirmek de çok yanlıştır. Mevlidler, na’t-ı şerîfler hakkıyla okunduğunda bir ibadettir; çünkü bunlar Efendimizi öven mesnevî ve kasîde şeklindeki şiirlerdir. Efendimizi öven her söz ibadettir.
İhlaslı ve samimi bir Müslüman, Allâhü zü’l-celâl’in adı ve Esmâü’l-husnâsı varken, Tanrı, Çalap, Yezdan ve hatta Hudâ kelimelerini tercih etmez.
Kur’ân-ı kerîm, Ehâdis-i nebeviye ve verese-i Rasûl aleyhissalâtü vesselâm Efendimizden intikal eden sahih bilgiler, bizim için kılavuz ve Habl-i metîne uzanan nurlu yoldur.
Eski zamanlarda kullanılan yanlış ıstılâhât mâzîde kalmıştır. Şimdi Molla Fenârî’den ve diğer Osmanlı şeyhülislâm ve ulemasından bize devreden dosdoğru terimlerden oluşan yol, hidayet kanalımızdır. Orta Asya menşeli İslâm ulemâsı ve tasavvuf erbâbının (rahmetullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn)in kullandıkları Tanrı, Çalap gibi kelimeler için sadece” beynehüm beynallâh” diyebiliriz. İşin doğrusunu ancak Allâhü te’âlâ bilir… Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim…
 
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.