Koronavirüs salgını, Hanefilik ve Kamu Düzeni

A -
A +
  Koronavirüs salgını yalnızca sağlığımızı değil inançlarımızı da tehdit ediyor. Örneğin; dinlerin en temel inançları arasında yer alan ve yüzyıllardır yapılan bazı dinî ibadetlerini şu an yapamıyorlar. Bunlardan biri olan, cemaat ile toplu ibadet dinlerin olmazsa olmazıdır. Cemaatsiz bir din ya da ibadet düşünülebilir mi? Oysa şimdi tüm dünyada kiliseler, havralar, camiler, Budist tapınakları kapanıyor. Bununla birlikte bu süreçte, dinlerin ve din adamlarının tepkileri de hayli ilginç örnekler oluşturuyor. Bu farklı tepkilerden birkaç örneği aktarmak istiyorum.   Evanjelistler, Kült Gruplar ve Bâtıni Şiilik    Amerikalı televangelist Kenneth Copeland, koronavirüsün “Hristiyan büyüsü” ile yok edilebileceğini söylüyor. Ekranlardan şöyle bağırıyor: “Tanrı adına sana emir veriyorum, Covid-19, dur!..” Koronavirüse karşı “zafer duası” da yayınladı. Kendisine inananlara bu duayı okuyarak koronavirüsü yenebileceklerini söyledi. Koronavirüs ile mücadelede en iyi durumda olan Güney Kore’de 18 Şubat’ta vakalarda büyük bir patlama yaşandı. Daha önce MERS salgını tecrübesine sahip olan Güney Kore, bu salgına çok önceden hazırlanmaya başlamıştı. Bu yüzden de hızlıca vakıalara müdahale edildi ve 17 Şubat günü hükûmet salgına karşı büyük bir zafer kazandığını duyurdu. 18 Şubat günü 31. vaka olarak adlandırılan bir hasta kaydedildi. Bu kayıttan sonra ne olduysa birden enfekte olmuş hasta sayısı hızlıca artmaya başladı ve 1700 kişiyi buldu. Hasta yeni dinî hareketten biri olan Shincheonji adlı Hristiyan bir kültün üyesiydi. 1984 yılında kurulan Shincheonji’nin kurucusu Lee Man-hee, kıyametin sonuna doğru “yeni manevi İsrail”i kuracak olan İsa'nın ikinci gelişinin gerçekleşeceğini iddia ediyordu. Bu kültün yaklaşık 240.000 takipçisi olduğu ve Güney Kore dışında 29 ülkede de temsilcilikleri olduğu söyleniyor. Teolojik olarak çileciliği ve acı çekmeyi merkeze alan bir inancın, nasıl toplum sağlığı ve kamu düzenini tehdit ettiğini göstermesi açısından oldukça ilginç bir örnektir. Zira Shincheonji, hastalığın bir günah olduğunu ve hastalandıklarında günahlarının kefaretini ödeyeceklerini böylece tanrıya daha yakın olacaklarını ve bundan yakınmadan bir araya gelerek birbirlerine yakın olmalarını öğretirdi. Ayrıca kültlerini gizlemeyi ve asla dışarıya bu külte ait olduklarını göstermemelerini öğütlerdi. Çoğu zaman aynı aile üyeleri bile içlerinden birinin Shincheonji takipçisi olup olmadığını bilmezdi. Bir cenaze töreninde kültün erkek üyelerinden birinin Covid-19 ile enfekte olduğu varsayılıyor. Shincheonji üyeleri karantinaya alınmayı reddettikleri ve aynı zamanda üyeliklerini gizledikleri için koronavirüs kült içinde hızlıca yayıldı. Hasta no: 31 yüksek ateşli olmasına rağmen, her biri binden fazla kişinin katıldığı iki dinî törene, bir seminere ve bir de düğüne katıldı. Daha sonra yaşadığı bir trafik kazası sonucu yüksek ateşten dolayı test için hastaneye getirildi ama hastaneden de kaçtı. Güney Kore’deki Covid-19 vakalarının sayısı sekiz günde 30’dan 977’ye sıçradı. Neredeyse tüm yeni davalar Shincheonji kültüyle bağlantılı çıkıyordu. Sonuçta vakalar bir anda kontrolden çıktı. Kült gruplarının kamu düzenine ve toplum sağlığına neden, nasıl bir tehdit oluşturduklarını görmek açısından diğer bir örnek ise kanaatimce Şiiliktir. Batıniliğin, ezoterik inançların ve kült grupların oldukça yaygın olduğu İran, koronavirüs salgınına karşı gösterdiği tavır bu açıdan oldukça öğreticidir.  Koronavirüs, İran’da ilk kez Kum kentinde yani din adamlarının merkezi olan ve Hazreti Masume’nin(*) türbesinin bulunduğu kentte görüldü. Bunun üzerine birçok uzman ve bilim insanı diğer ülkelerde olduğu gibi Kum kentinin karantinaya alınmasını ve Hazret-i Masume’nin türbesinin kapatılmasını istediler. Ancak İranlı yetkililer bunu kabul etmediler ve virüs, diğer kent ve illerden türbeyi ziyarete etmek için gelenler aracılığıyla hızlı bir şekilde ülke geneline yayıldı. Fakat ilk etapta din adamları, biz asırlardır bu türbelerden şifa alıyoruz. Bu türbeler nice hastaya şifa verip engelliyi ayağa kaldırmıştır. Bunların hepsi maneviyatımızı hedef alan din düşmanlarının işidir gibi gerekçelerle türbelerin dezenfekte edilmesine ve kapatılmasına karşı çıktılar. Şii imamlardan Ali Rıza Penahiyan, koronavirüs salgınının gaib mehdinin gelişi için bir işaret olduğunu belirterek, İranlılardan virüsü her yere yaymalarını istedi. Şiiler kıyametin sonuna doğru gaip olduklarına inandıkları 12. İmam Muhammed Mehdi’nin yeryüzüne geri döneceğine inanıyorlardı. Bu yüzden doğal afet ve bu türden büyük salgınları Mehdi’nin geleceğine yönelik bir işaret olarak okuyorlardı. Ali Rıza Penahiyan göre salgın her tarafa yayılır ve insanlık yok olmakla karşı karşıya kalırsa Mehdi insanlığı kurtarmak için yeryüzüne gelebilirdi. Anlayacağınız, Penahiyan Mehdi’yi yeryüzüne inmesi için kışkırtmaya çalışıyorlardı!.. Hristiyanlıktan İslam’a kadar dinlerin çeperinde yaşayan kült ve bâtınî grupların koronavirüse yönelik tavrı aslında bize çok önemli bir şey söylüyor: Bâtınî ve kült gruplarla rasyonel, akıl ve hikmete bağlı inançların; toplum, kamu düzeni ve devlet ile olan ilişkileri iki farklı çerçeve sunuyor. Gizem ve sırra dayanan, apokaliptik yani kıyametin geldiğine yönelik sürekli kehanetleri dile getiren kült gruplar hem devletlerin hem de kamu düzeninin düşmanıdırlar. Buna karşılık hukuk, ahlak, hikmet üzerine bir din yorumunu benimseyen mezhepler ve gruplar ise hem kamu düzeninin sağlanmasını hem de devletlerin devamı için oldukça önemli roller üstlenirler. Söz gelimi Türkiye’yi ele alalım, bazı eksikliklere ve tartışmalara rağmen en aklı başında tepkinin Türkiye’de verilmesi rastlantı mıdır? Bunun nedeninin bugüne ait olmayıp çok derin tarihî bir tecrübeden kaynaklandığını düşünüyorum. Diyanet’i çıkaran tecrübenin Cumhuriyet değil aslında Türk-İslam tecrübesi ve Selçuklulardan Cumhuriyete kadar uygulanan Hanefi devlet aklının din politikası olduğunu anlatabilirsem kastımı da açıklamış olacağım. Çünkü Hanefiliğin Türk devletlerinde merkezî konuma geçmesiyle din-devlet ilişkilerinin ve Diyanet’e kadar gelen sürecin birbiri ile oldukça ilişkili olduğunu düşünüyorum.   Osmanlı-Hanefi Tecrübesi   Bu bağlamda XIV. yüzyılın ortalarında (1351-1357) Memlük devleti sınırları içerisinde yer alan Şam şehrinde kadılık yapmış olan Necmuddin et-Tarsûsî Tuhfetü’t-Türk fi mâ Yecibu en Yu’mele fi’l-Mülk adlı önemli bir eser kaleme alır. “Türk’e armağan” şeklinde isimlendirilen bu eserinde birtakım somut meseleler üzerinden hem devlet başkanının yetkilerini hem de Hanefî mezhebinin devlet otoritesinin mülkünü (devletini) daha sağlıklı bir şekilde koruyabileceğini söyler. Tarsûsî “Muhakkak ki Allah kamusal düzeni ve bunun muhafazasını bir devlet otoritesiyle (sultan) gerçekleştirmiştir” der. Tarsûsî’ye göre Hanefilik diğer mezheplerden daha fazla kamu otoritesine yetki tanımıştır. Yanlış anlaşılmasın, bu yetkiler bireyin özgürlüğünü sınırlayıcı olmaktan daha çok onu koruyucu yetkilerdir. Örneğin; had cezalarının tatbiki devlet başkanının onayına bağlıdır. Devlet başkanı onaylamadıkça bu cezalar uygulanamaz. Bir diğer durum, doğal afet veya savaş gibi özel olaylarda meydana gelen zararların giderilmesi hedefiyle kamu otoritesinin özel kişilerden yardım talebinde bulunmasıdır. İslam hukukunda buna “istimvâl” denmektedir. Bu açıdan günümüzdeki tartışmaları da ilgilendiren bir diğer husus da cuma namazının sıhhat şartlarında devlet başkanına tanınan yetkileridir. Hanefîlerin, devlet başkanının hazır bulunmasını ve cuma namazını sıhhat şartlarından saymaları temelde; istihsanen verilen bir hüküm olarak değerlendirilebilir. Hanefîler, cuma namazını devlet başkanı ile irtibatlandırmışlardır ve devlet başkanının huzuru, onu temsilen birisinin varlığını veya onayını gerekli görmüşlerdir. Devlet başkanının kamu sağlığı açısından onay vermemesi ile cumanın şartı tamamlanmadığında ertelenmesi de mümkün hâle gelir. Şu hâlde, hem bu metne hem de uygulamaya baktığımızda dinin kamusal rolü ve Diyanet’in konumu Hanefilik ve Osmanlı tecrübesinden bağımsız olarak ele alınamaz düşüncesindeyim. Bu nedenle Osmanlı din-devlet ilişkisi Hanefî hukuk sistematiğinin naslardan anladığı yorum üzerine inşa edilen bir gerçeklik olarak görülmelidir. Osmanlı Devleti’nde askerî, siyasî, malî, hukukî sorunlar divanda görüşülerek karara bağlanıyordu. Divanda sadrazam, vezirler, kazaskerler, defterdar ve nişancı yer almasına karşılık Şeyh’ül İslâm, Divan-ı Hümayun üyesi bile değildir. Buraya üye yapılarak yetkilerinin artırıldığı dönem ise Tanzimat’tan sonradır. Cevazda tasarruf ilkesine uymak şartıyla, yani haramı mubah kılmamak kaydıyla Osmanlı hükümdarının yasama yetkisi olduğu mutlak biçimde kabul edilmiştir. Bu görüş, eski bütün hükümdarların kanun koyma yetkisine de uygun düşmektedir. Osmanlı hükümdarının bu yetkiye dayanarak koyduğu hukuka “örfî hukuk” adı verilmiştir. Osmanlı Devleti’nde din, devlete hâkim değil, devlete bağımlı ve devletin kontrolündeydi. Dinin devlete olan bağlılığı Osmanlıdaki merkeziyetçiliğin artmasıyla daha sıkı hâle gelmiştir. Osmanlıdaki merkeziyetçi imparatorluğun kurucusu da Fatih Sultan Mehmet’tir… Sonuç olarak, Osmanlıda din-devlet ilişkilerinin çerçevesini Osmanlı Hanefî fakihlerin çizdiği çerçeve oluşturmuştur. Bununla birlikte bu paradigmada en önemli özellik, dinî alanın siyasî otoriteye bağlı olarak konumlandırıldığıdır. Cumhuriyetin kuruluşunda da bu rol devam ettirilmiş hatta Diyanet de bu rolün politik bir devamı olarak ikâme edilmiştir. Yönetimdeki bazı hatalar bu kurumu tartışmaya açsa da, Diyanet’in rolünün aslında ne kadar önemli olduğunu bu salgında bir kez daha görmüş olduk… ..... (*) Fatımâ-ı Masume 12 İmamlar’dan 7.’si olan Musa el-Kâzım’ın kızı ve 8.’si olan Ali er-Rızâ’nın kız kardeşidir. İranlılara göre bu türbe kutsal bir türbedir ve şifa dağıtmaktadır. Bunun için birçok insan şifa almak için her gün türbeyi ziyaret etmektedir.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.