ÖZ

A -
A +
Yüz sene prangada geçdi. Her yerimizden zincire vurulmuşduk. Hareket edebilmeyi bırakın nefes alıp vermemiz imkânsızdı. Bugün hâlâ hayatdaysak bunu toprağın altındakilere borçluyuz. Cenâb-ı Hak onların yüzü suyu hürmetine bizi korudu. Yoksa şimdiye kadar çokdan buharlaşmışdık.
 
Esâret devrinde hemen her şeyi unutduk. Milyonlar îmânsızlık çukuruna düşdü. Türklüğü de muhâfaza edemedik. Tevekkülümüz, cesâretimiz, küffâra bakışımız temelinden sarsıldı. Burada sâdece rûh iklîmimizden taşra kalanları kasdetmiyoruz. Herkes büyük yıkıma uğradı. Ufuklar daraldı, hayâller küçüldü. Yeryüzünü parselleyen ite köpeğe karşı ümîdsizlik emâreleri görüldü. “Korkma kâfirden, âteş olsa yandırmaz seni” mısraı bir kale gibi durduğu hâlde. Söz konusu rûh hâli başımızı kaldırmanın önündeki en büyük engel. Birileri inceden garbın batmak üzere olan donanmasını yenilmez armada olarak lanse ediyor. Bizimkiler de bu oltaya atlıyor. Hâlbuki batı gâlib de gelse mağlûb da olsa “kaybetdi”. Îmânımızı koruduğumuz müddetce iki cihân bizim. Kefere-i fecereyi ancak bu sûretle olması gereken yere koyabiliriz. Bakın Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri ne buyuruyor: “Allahü teâlâ, bir kuluna îmân verdiyse, ona ne vermedi ki? Ona îmân vermediyse, başka ne verdi ki?”
 
İstanbulu merkeze koymadıkca yol alamayız. Neden başka bir yer değil? Zîrâ şu denî dünya üçyüz sene buradan idâre edildi. Adâlet buradan dağıtıldı. Mazlûmun gözyaşı buradan silindi. Zâlimin boynu buradan vuruldu. Sancâk-ı şerîf her dâim buradan yükseldi. Nedim’in “Bu şehr-i Sitanbûl ki bî-misl ü behâdır/Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır” manifestosu o kadar yerinde ki… Bitdim dediğinizde hiç düşünmeden Üçüncü Ahmed Çeşmesi’nin  önüne gidin. Oradan bâb-ı hümâyûnu uzun uzun seyredin. “Es-Sultân” diye başlayan kitâbe sizi yeniden ayağa kaldıracakdır!
 
Osmanlı türkçesinde birbirinin zıddı iki kelime var. Fâil, mef’ûl. Bugün bizim için her nasılsa hep ikincisi tercîh ediliyor. Başka bir ifâde ile Yahudi fâil, İngiliz fâil, Türk mef’ûl, müslüman mef’ûl. Üstelik günün birinde fâil olabileceğimiz dahi dillendirilemiyor. Korku dağları bekler kabîlinden bir psikoloji işte. Belki buna eziklik demek daha doğru olur. İnsan yığınlarına bakıp karamsar olmak doğru değil. Çünki hiçbir medeniyyet, daha dar ma’nâda hiçbir devlet bütünüyle ideal insanlardan kurulu olamaz. Bu ancak eshâb-ı kirâmla alâkalı bir hakîkat olabilir. İslâm târihi bunun sayısız misâlleriyle dolu. Ne Selçuklular çağında ne Osmanlılar devrinde herkes ideal insandı. Peki olan neydi? Bir avuç üstün vasıflı mücâhid bütün bir medeniyyeti sırtlayıp yürüyüşe geçmişdi. Yanına da yukarıdan aşağıya doğru sıralananları alarak. Bu sözümüze i’timâd etmeyenler Âşık Paşa’nın Garib-nâme’sine bakabilir. Cem’iyyetin Osmanlıya tekaddüm eden günlerdeki durumu çok kişiyi derinden sarsacakdır.
 
Târihin kronolojiden ibâret olmadığı açık. En azından bizim târihimiz böyle. Eşkıyâlar mâzîden ne alacak bilemiyoruz. Elbette kronolojiye de ihtiyâcımız var. Lâkin işin künhü başka. Oraya inmek zorundayız. İti köpeği ta’kîb etmekden vazgeçmeli, bunu istihbârâta bırakmalıyız. Çıkış yolu burada!
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.