Tefrika romandan televizyon dizisine

A -
A +
Televizyonlarda bir  dizi furyasıdır gidiyor. Herkesin takip ettiği hususi diziler var. Dizi saatlerinin listesi bile tutuluyor. Gazeteler, dizilere ve oyuncularına dair çarşaf çarşaf haber neşrediyor. Bazısı tutuyor, senelerce konuşuluyor; bazısı alaka çekmiyor; bir iki hafta sonra sessizce kaldırılıyor. O kadar masraf çöpe gidiyor. Eskiden de, tefrika roman  tutkusu vardı. Ardını radyo tiyatroları ve arkası yarınlar izledi. Televizyonun gelişiyle, önce Amerikan, sonra Brezilya, şimdi de Türk dizileri...
PARİS'E GİTMİŞ GİBİ
Eskiden uzun kış gecelerinde, soba ile ısınan odalarda, evin beyi, işten gelir; üzerinde entarisi, sırtında hırkası, başında takkesi, elinde gazete, sobanın ve lambanın yakınına otururdu. O zamanlar, gazete,  hanım ve çocukların eline verilmez ; dışarıda olup bitenlerden haberdar olurlarsa üzülecekleri ve ahlâklarının bozulacağı düşünülürdü. Bu sebeple, baba, kendince sansürden geçirerek, lüzumlu kadarını aile efradına okurdu. En çok alâka çeken, tefrika romanlar olurdu. Herkes, nefesini tutarak, romanı dinlerdi. O devirde romanlar, gazetede tefrika edilirdi. Heyecan içinde, o günki tefrikanın sonu gelir; altında "mâbâdi  (arkası) var"  yazardı. Radyolardaki, "Arkası Yarın", bu geleneğin devamıdır. Roman eğer rağbet görürse, tefrika bittikten sonra kitap olarak basılırdı. Cihan Harbi sırasında bile, roman tefrikaları çıkardı. Hasan Bedreddin (Beybaba) gibi bazıları, Fransızcadan tercüme ettiği avantür romanları, kendi ismiyle neşredip şöhret kazanmıştır.
Roman, eski bir Fransız edebiyat türüdür. Latince  romanice  kelimesinden gelir ve halk diliyle, ilkçağ şövalye hikâyelerini (romans) ifade eder. Avrupalılar  novella  diyor ki, yeni demektir. İlk romanlar Fransızcadan tercümedir. İlk tercüme roman, Zeyneb-Kâmil hastanesinin bânisi Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa'nın, 1862'de Fénélon'dan tercüme ettiği  Telemaque  romanıdır. Sırayla Hugo, Voltaire, Defoe, Chateaubriand, Bernardin de St. Pierre, Dumas (baba-oğul), Swift, Lamartine, Zola, Daudet gibi ekserisi Fransız meşhur yazarların romanları tercüme edildi. İsimleri ise bir âlemdi: Sefiller,  Mağdurîn Hikâyesi  adını almıştı. Millet, Fransa ve Fransız hayatını, adı gibi öğrendi. Şair "Âleme gelmiş sayılmaz, gitmeyenler Paris'e"  demiş ya; gidemeyenler, romanlar sayesinde gitmiş gibi oluyordu. Sultan Hamid'in de roman okumaya düşkün olduğu; bilhassa ecnebi polisiye romanları, tercüme ettirip, her gece uyumadan evvel musahibine okuttuğu söylenir.
Orijinal ilk Türk romanı, Şemseddin Sami'nin  Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat'tır (1872). İstemediği bir gençle evlendirilen genç kızın hikâyesi idi. Burada gelenekler tenkit ediliyordu. Romanların, sonra da dizi ve filmlerin misyonu, hep bu olmuştur:  Cemiyete, kendince çeki düzen vermek.  Sonra, züppeler (Araba Sevdası, Şık), bâtıl halk inanışları (Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç), aile buhranları (Şıpsevdi, Aşk-ı Memnu), cemiyet yaraları (Sergüzeşt), taşra hayatı (Yaban) romanlara mevzu edilmiştir. Çoğunda edebî kaygı ve ahlâkî endişeler ön plandaydı. Halk, dünyaya bu romanların gözüyle bakardı. Ahmed Midhat, Hüseyin Rahmi, en çok tutulan tefrika muharrirleri idi. İnkılâp devrinde de roman, bir  propaganda vâsıtası olarak kullanıldı: Âdetâ, Çalıkuşu, kadının çalışma hayatına alıştırmak; Sinekli Bakkal, Sultan Hamid devrini kötülemek; Nur Baba, tarikatları zararlı göstermek için yazılmıştı. Ama tefrika roman, her zaman canlılığını devam ettirdi. Okumayı sevmeyenler için bir ara fotoromanlar bile neşredildi.

Okumayı sevdiren adam
Ahmed Midhat Efendi, bizde okumayı sevdiren adam diye bilinir. Halkı okumaya alıştırmış; neşrettiği gazete, mecmua ve romanlarla, halk kültürünün neşrinde hizmetleri olmuştur. Aslında Mithat Paşa'nın yetiştirmesidir. Uzun zaman Jön Türkler arasında zaman kaybetmiş; sonra hatasını anlar gibi olup, nedamet getirmiş; padişahtan vazife istemiştir. Yazmadığı saha yoktur. Bazen boyundan büyük işlere kalkışmış; ihtisası olmayan işlerde ahkâm keserek, yanlışlara düşmüştür. Sathî, aceleci ve basittir. Romanlarında hem maceralarla merak uyandırır; hem nüktelerle eğlendirir; hem de okuyucuya bir şeyler öğretmek isterdi. Bu sebeple romanları, sanki birer  ansiklopedi; halk kültüründen, dünya coğrafyasına kadar bir kırk ambar gibidir. Monte Cristo Kontu gibi ecnebi romanlara nazireleri de vardır: Hasan Mellah. Millî-manevî değerlere bağlı olanlar iyidir;  iyiler, hep kazanır.  Çok tutulan bir tefrikası, roman kahramanının ölümüyle bitmiş; okuyucular, gazete idarehanesinin önünde nümayiş yapıp, camları indirince, Ahmed Midhat Efendi, ertesi günü "Bizim dün öldü dediğimiz kahramanımız, meğer ölmemiş imiş; bayılmış imiş" diyerek ertesi günü tefrikaya devam etmiştir. Derler ki, o zamanlar çalıştığı sıhhiye dairesinden köprüye gidene kadar iki dakikalık mesafede  aklına bir roman mevzuu gelir , Beykoz vapuruna bininceye kadar kafasında kemale getirir; vapura binince yazmaya başlar; Beykoz'a geldiğinde  roman biter miş. Bastırdığı kitapları, depo kirası vermemek için, Beykoz'daki çiftliğinin ambarında muhafaza ederdi. Türkiye'de kimse, onun kitaplarından kazandığını kazanmamıştır. Neşrettiği kitapları, boyunu geçerdi.

Aşk Batağı
Hüseyin Rahmi, sonradan Aşk Batağı diye kitap hâlinde neşredilecek olan Bir Muâdele-i Sevda  adlı romanını tefrika ettiği günlerden bir gün, son tefrikasını vermiş, Karaköy'de ada vapurunu bekliyor. Merhum, Heybeli'de otururdu malum. Yanına birisi yaklaşıp konuşmak istiyor. Adam, romandaki maceranın aynısını yaşadığını, roman nasıl biterse, öyle hareket edeceğini söylüyor. Romanda, koca, karısının kendisine  hıyanet  ettiğini öğrenip, onu öldürüyordu. Telaşa kapılan Hüseyin Rahmi, vapuru kaçırmak ve gece Karaköy'de bir otelde gecelemek pahasına, gazeteye dönüp, tefrikanın sonunu değiştiriyor; koca, karısını boşuyor. Bir cinayet, böylece önleniyor.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.