Tasavvufun eğitimdeki yeri

A -
A +
İslamiyetin ilk temel ekolü Hâce-i cihân Efendimizin halka-i tedrisinde yetişen Eshâb-ı suffadır (suffe). Efendimiz tarafından Mescid-i Nebevî’nin duvarına bitişik olarak kurulan bu ilk mektep ve dolayısıyla sonrasındaki medreseler teamül olarak câmi ve mescitlerle beraber mütalaa edilmiştir.
 
İslâmiyet’in dışında, Hristiyanlıkta,  Mûsevîlikte Budizm’de veya felsefî ekollerde tasavvuf yoktur. Kabalacılık  (Yahûdî mistisizmi)  veya benzerleri gizemcilik olup farklı bir hadisedir. Meditasyon ve yogalar tasavvufla ilgisiz konulardır.
 
Mistisizm asla tasavvuf kelimesinin karşılığı değildir
 
 
Onuncu ve on ikinci asırlarda felsefî akımların müdahalesiyle zihinlerdeki karmaşayı gidermek için özellikle “Kelâm ilmi” büyük bir boşluğu doldurmuştur. İslamiyetin zuhuru yıllarındaki ari ve katkısız iman ve akait, özellikle Aristo mantığı ile klasik sorgulayıcı ve münakaşacı usûlüyle, metodolojik ve kuramsal bir zemine çekilmeye çalışıldı. Bu devirlerin en ünlü âlimi İmâm-ı Gazâlî’nin felsefe ve Bâtıniyye’nin akılları çelen iddialarına verdiği cevaplar ve mantığı müspet ilimle koordineli kullanışı, o zamanın bilimle karışık spekülatif teşebbüslerini çürütmekle kalmadı, zihinlerdeki bulanıklığı kaldırıp âdeta sanki yeni bir tecdit hareketini başlattı. Bu, Ebubekri’s-sıddîk hazretlerinin birinci bin tecdidinin mührü gibiydi. Bu hareket, İmam-ı Rabbâni hazretlerinin tecdidine kadar İslâm’ın doğru itikat üzere kalmasını sağladı.
O dönemde Hristiyanlar sarsıcı bir paraloji (mugâlata, safsata) ile Hazreti İsa aleyhisselâmın mahlûk olmadığını, yâni yaratılmadığını (mevcûdü’n-bi’zât) olduğunu, hâşâ kendi varlığından mevcût olduğunu iddia ederlerken, buna Müslümanları tenakuzda bırakabilecek bir delil gösteriyorlardı: Kur’ân-ı kerîmde Hazreti İsa için geçen “kelimetullâh” (Âl-i İmrân, 3/39, 45; Nisâ 171) lâfzını esas kabul eden Hristiyan teologları “Kelâm, Allah’ın sıfatlarından olup mahlûk olmadığına göre “Kelimetullâh” olan Hazret-i Îsâ da mahlûk değildir” diyorlardı. İmâm-ı Gazâlî hazretleri Kur’ân-ı kerîmin kelâm-ı zati olarak mahluk olmadığını, ama Mushafların mahlûk olduğunu beyan etmiştir. Bu konuda ifrat ve tefrit arasında kalan Müslümanlar, Kur’ân-ı kerîmin mahluk olduğunu veya Mushafların bile mahlûk olmadığını savunmuşlardır. Mûtezile’nin en büyük hatalarından birisi de Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu savunmalarıdır.(Zemahşerî gibi )
Felsefecilerin ve bâtıl ekollerin kalp, ruh ve nefis konularında kendi fikirlerini ileri sürerlerken bazı âlimleri de kendi daireleri içine çekmişlerdir. Fahredin-i Râzi ve İmâm-ı Rabbâni hazretlerinin önemle üzerinde durdukları âlem-i emr ve âlem-i halktır.  Kur’ân-ı kerîmde “Böyle sana emrimizden bir rûh nefyettik” (42 Şûrâ /52 ) ifadesinden (hareketle),  mânâ da onu sana vahyi ile gönderdik demektir. Bunun gibi ona ruh denmesi kalplere hayat vermesindendir. (Beydâvî Tefsîr, Kâdî Beydâvî, c.4, s. 588.) Burada büyük müfessir, açıkça kalp ve ruhun irtibatını ve ruhun âlem-i emrden olduğunu beyan eder.
 
ESHÂB-I SUFFFA VE SONRAKİ YILLARA OLAN TE’SÎRİ
 
İslâmiyetin ilk temel ekolü Hâce-i cihân Efendimizin halka-i tedrisinde yetişen Eshâb-ı suffadır (suffe). Efendimiz tarafından Mescid-i Nebevî’nin duvarına bitişik olarak kurulan bu ilk mektep ve dolayısıyla sonrasındaki medreseler teamül olarak câmi ve mescitlerle beraber mütalaa edilmiştir. Bu mekânda genellikle bekâr, genç ve yoksul Sahabiler barınır ve ders alırlardı. Bunlar Kur’ân-ı kerîmi Efendimiz veya Efendimizin tahsis ettiği hocalardan öğrenirler, sonra muhtelif yönlere giderek tebliğ ve tedriste bulunurlardı. Bunlara “kurrâ” da denirdi. Bu itibarla “Suffa”ya “Dârü’l-kurrâ” da denilmiştir. Evlenen ve Suffâ’dan ayrılanların yerine yenileri gelirdi.  Bu taifenin en büyüklerinden olan Ebû Hureyre (radıyallâhü anh) “Benim fazla hadis rivayet edişim garipsenmesin. Çünkü Muhâcir kardeşlerimiz çarşı pazardaki ticaretiyle, Ensâr kardeşlerimiz tarla ve bahçelerindeki ziraatıyla meşgul olurlarken Ebû Hureyre, Efendimizin mübarek sözlerini ve nasihatlerini hıfzediyordu.” (Tecrîd Tercemesi, 7/47 )
Hadîs ve rey ekollerinin en büyük temsilcilerinden Abdullah bin Ömer ve Abdullah ibn Mes’ud hazretleri Suffa’dandı. Ayrıca, Bilâl-i Habeşî, Selmân-ı Fârisî, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Ammâr bin Yâsir, Mikdâd bin Esved, Huzeyfetü’l- Yemânî, Ebudderdâ, Ebâ Eyyûb el-Ensâri gibi daha birçok Sahâbî bu mübarek tedris sistemiyle yetiştiler (Rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn).
Sahâbe hazretleri Suffa’da Efendimizin sohbetleriyle kemâle erip çoğu zaman aç kalıp, hiç bir dersi kaçırmayarak ve hiçbir namazı cemaatsiz kılmayarak yüksek derecelere erişen İslâmiyet’in ilk melek-sûret mümtaz şahsiyetleridir.
Kısaca şunu söyleyebiliriz. Sahâbe-i kirâmın hepsi çok muhteremdir ve kemâl mertebelerine ulaşmıştır. Fakat Eshâb-ı Suffa Efendimizin daha özel talebeleridir. Hayatlarını ilme ve sohbete değişen bu yüce insanlar, İslâm’ın ilk tedris ve medrese sistemini de Efendimizin önderliğinde bina etmişlerdir.
 
TASAVVUF KELİMESİNİN MENŞEİ
 
Eski Yunancada “suf” hikmet demektir;  “feylesuf” kelimesi de buradan gelir. Filâ-sûfa hikmet seven demektir (Philosophie Yunanca filos dost, seven; sophie, sofia, hikmet köklerinden türetilmiştir. Yâni hikmet seven demektir.)  Veya Peygamberimizin Sahâbilerinden olan Eshâb-ı Suffe’ye nispet etmişler ve bu ismin oraya dayandığını sanmışlardır. (Suffa, ehli softan gömlek giyerdi) Kamîs  yani gömlek giyen için “takammese” denildiği gibi… “Risâletü’l- Kuşeyriyye” adlı eserin sahibi (İmâm Kuşeyrî ) bu tabiri kabul etmez ve der ki: O zaman bu kelime hırka giymek olur ki, bu sâdece sufilere mahsus bir gelenek değildir.
Bazılarına göre saflık arınmışlık anlamına gelen “safâ” da mümkün görünmemektedir. Yâni bu kelimeden tasavvuf türetilemez. Dolayısıyla bu oluşum da Arabî dilbilgisi kurallarına uygun değildir. Kimileri de yan yana dizilmiş insanlar grubu manasına gelen “saff”tan türediğini iddia etmişlerdir. Bu kelimeden de gramer olarak tasavvufu türetmek mümkün değildir.
Risâle-i Kuşeyriyye’de kelimenin kökü düşünülmeksizin tek tek dervişlere “sûfî” ve bu gruba da “sûfiyye”, bu yola girmeye kalkışan kimseye “mutasavvıf”, gruba da “mutasavvife” denilmiştir. Bu kelimenin Arap dilinde ne bir köküne ne de bir kuralına rastlanmıştır.
El-Hikmetü’l-ilâhiyye’deki gibi gerçek sûfî i hikmete ermiş ve ârif-i billâh olmuştur. “Tasavvufsuz Allah’ı tanımak mümkün değildir. Tasavvuf gerçek anlamda Allah’ı tanıma ile ilgili olarak küllî (genel) karakterli bir yüce usûldür.” (El- Munkızü Mine’d-Dalâl,  Muhammed Gazâlî, Şerh Eden, Prof. Dr. Abdülhalîm Mahmûd, S. 219 vd.)
Tasavvuf İslâmî kemâlatın dört ana maddesini de ihata eder. Bunlar, şerîat, tarikat, hakikat ve marifettir. Burada birinci basamak yâni Şerîat-i Muhammediyye olmadan tasavvuf olmaz.  Bâtıldır. Her sûfî önce ilmihâl bilgilerini öğrenmelidir. İmâm Mâlik hazretlerinin buyurduğu gibi: “Fıkıh ahkâmını öğrenmeden tasavvufla uğraşan zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvufu inkâr eden sapık olur. Hem ahkâm (fıkıh) hem esrar (tasavvuf) bilgilerini öğrenen insân-ı kâmil olur.”
İslâmiyet’in dışında, Hristiyanlıkta,  Mûsevîlikte Budizm’de veya felsefî ekollerde tasavvuf yoktur. Kabalacılık  (Yahûdî mistisizmi)  veya benzerleri gizemcilik olup farklı bir hadisedir. Meditasyon ve yogalar tasavvufla ilgisiz konulardır. Ruhi arınma veya spiritüel detoks denen şeyler İslamiyetle alakasızdır.  Spiritüel detoks denen şey, ruhi arınma veya tatmin olmaktır. Hâlbuki “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olur”  (Ra’d / 52.) Kalbin âlem-i emrdeki yakın komşusu ruh olduğu için bu tatminde beraberlik vardır.
 
MİSTİSİZM TASAVVUF MUDUR?
 
Mistisizm asla tasavvuf kelimesinin karşılığı değildir. Mistisizm lügatlerde “gizemcilik” olarak geçer. En geniş anlamıyla “Allah ile veya bir kutsal varlıkla içten ve kişisel bağ kurmaktır” diye de tarif ediliyor. Burada gizemciliği “sırrî” veya “esrar” diye anlayıp tasavvufla bağdaştıranlar büyük hata yapıyorlar.  Esrâr, Risâletpenâh Efendimizin “Esrâr-ı Rabbâniyyesi”nden Ebûbekri’s-sıddîk ve Alî kerremallâhü vechehten nübüvvet ve velâyet tarikiyle seyr-i sülûkün üçüncü kademesi olan “sırr”ın temekkününde sübût bulur (Sır kademesine yerleşmek). Bu olmadan “hafi” ve “ahfa” derecelerine vasıl olunamaz. Bunlar olmadan da “fenâ” hâsıl olmaz. Bunların tek şartı da İslâmiyet ve “Ehl-i sünnet” îtikâdıdır.
O hâlde İslâmiyet dışında tasavvuf olamayacağına göre “İslâm Tasavvufu” tabiri de yanlıştır.
Mistisizm Yunanca “Myein” teriminden türetilmiştir. Aklın ve mantığın erişemediği tabiatüstü durumları sezgilerle arama yani intüistyonist hâlle anlamaktır. Mistisizmi dinle ilgilendirmek uygun değildir; bir inanç, prensip veya dogma da değildir. Aslında onu panteist düşünceyle (tabiatçilik) bağdaştırmak daha uygundur. Dolayısıyla evreni hâşâ Allah’ın bir parçası olarak görmek veya küllî evren şuuru gibi telakkiler mistisizmle birlikte düşünülürse de tasavvufa göre bu düşünceler küfre girer. Bu ifadeyi yani “Tanrı’dan bir parça” söylemini “Lâ mevcûde illallâh” ile bağdaştırmak mümkün değildir. Çünkü Allahü teala küllî ve cüzi kavramların dışında zât-ı ehadiyyeti ile mevcuttur. Yâni muhâlefetü’n-li’l-havâdistir. Yarattığı hiçbir mahlûkla benzerliği yoktur. Bu sırri ve deruni izah gerektiren bir ifadedir. Rabbimizin mahlukatla illiyet bağı yani nedensellik bağı mevcutsa da, sebepler dünyası Allahü telanın muradıyla böyledir. Hazreti Havvâ sebeple yaratıldı ama Hazreti Âdem’de veya Hazreti İsa’da illiyet yani sebepler yoktur. Onun “kün” emriyle bila sebep âlem-i kevn ü fesad (dünya ve kâinat) var olmuştur.
           
İLÂHİYYÂT KELİMESİ NEREDEN GELDİ?
 
Lügatlerde “Tanrıbilim” olarak geçen “Teoloji” Yunanca “ Theos Logos”  ifadesinden gelir. Asıl konusu tabiatüstü güçler olmakla birlikte dinî epistomolojiyi (dinî temel ilimleri) ve vahiy sistemini inceler. Bir diğer yönüyle Allah’ın varlığı ile ilgili konuları inceleyen bir felsefî disiplindir. Kelâm ilminde özel ıstılahlar olarak “ilahiyât ve nübüvvat geçer.  Ama ilahiyât bu amaçla kullanılmamıştır.
İlahiyât fakülteleri evvelâ “Yüksek İslâm Enstitüsü” olarak kuruldu. Medreselerde ve genel teamülde ilimler ikiye ayrılır ve bunlara beden ve din ilimleri denirdi. İlmî ıstılahta din ilimleri, “ulûmı dîniyye” olarak geçerdi. Yâni ilâhiyat parantezindeki özel mana ile yalnız “Tanrıbilim” zâten ulûm-ı dîniyye terimine hiç uymaz. Bu geniş parantezde öncelikle bugünkü metodolojiye tekâbül eden “usûl” ilmi çok önemliydi. Bu yüzden usûl-i tefsir, tefsir;  usûl-i hadîs, hadîs;  usûl-i fıkıh, fıkıh; kelâm, akait ve ilm-i kıraat  gibi ilimlerden başka kelâm ilmi zât-ı ulûhiyetin deruniliğini, mevcudâtın hikmetlerini, sıfât-ı ilâhiyyeyi inceleyen bir bilim dalıdır.
 
Buna rağmen!!!
 
Kelâm ilmiyle uğraşan kişinin diğer dallarda ve bilhassa fıkıhta fakih olması gerekir.
“Kelâm ilmiyle uğraşan hep şüphe içindedir.” “İmam Ahmed)
“Fıkıh öğrenmek her Müslüman’a farz-ı ayndır.” (İbn-i Âbidîn)
“Tasavvuf sâyesinde iman sağlanmıştır. Akıl, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen iman böyle sağlam olmaz.” (İmâm-ı Rabbânî )
Zaten kelâm ilmi dehriyyun, maddiyyûn,(mateyalist ve dünya ehli ) felsefiyye ve Hristiyanlara karşı geliştirilen yüksek seviyeli, aklı, şeri delillerle takviye eden bir münakaşa, mübâhase ve delillendirme yoludur.
Hristiyan dünyası teoloji fakültelerinde genelde Agnostik (bilinmezlik) Tanrı düşüncesi ve teslis akidesi  (Üçlü Tanrı) veya “deizm” (Peygambersiz din) hâkim olduğu için, onlarda felsefe en çok uğraşılan bilim dalı olmuştur. Zaten kelam ilmi de bu batıl fikirleri çürütmek için kullanılmıştır. Hristiyanlar için agnostik tabiri biraz ağır kaçabilir ama “baba, oğul ve rûhü’l-kudüs” teorisini başka nasıl izah edebiliriz?  B. Russel gibi ateist agnostiklerin dünyadaki tesiri çok geniştir, ama kiliseyi etkilememiştir. 
Batı’da teoloji fakülteleri, felsefeyi esas alıp üçlü Tanrı fikrini ispat etmeye çalışırken, ilahiyat fakültelerimiz de felsefe ağırlığını terk edip, bir amaca dayalı olarak yazılan Batı kaynaklı İslâmî eserlere pek itibar etmemelidir. Tekrar buluşabilmek ümidiyle...
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.