Yemyeşil bir bahçeden geçip ana kapıdan içeri girdi...

A -
A +
Sessiz, sakin bir iki odacık; sanki onun için ayrılmış, onun içeri girmesini bekliyordu. 
 
Pek meraklıydı Numan, eserleri gıptayla inceliyor, gördüğüne bir daha dönüp bakmadan edemiyordu. Şehre hayran kalmıştı. Acaba kalacağı medrese de bunlar kadar güzel miydi? Ya hocaları… Aradığını onlarda bulacak mıydı?
“Ah! Ah azgın nefsim ah!”
Birisi ona azıcık kızsaydı karşılık vermeyi düşünmez, ona hakaret değil teşekkür ederdi. Fakat bu nefis denilen iç düşman hiç de öyle değildi. Hem sinsi, hem, yalancı, hem inatçıydı... İnsanın içine yerleşmiş bulunan bu nefis yılanını çıkarmak kolay değildi. Zülküf de öyle demiyor muydu? “O benim nefsimin ne olduğunu görmüş, yüzüme haykırmıştı da ne kadar alınmıştım. Zülküf yerden göğe haklıydı! Gel de bunu nefsime anlat!” dedi, dolaştı.
           ***
Caddelerin, sokakların en kuytu köşelerinde sabaha kadar yanan kandiller; şehre ayrı bir canlılık ve güzellik veriyordu. Her bir köşede buz gibi suların şırıl şırıl aktığı taş çeşmeleri, şadırvanları tarife kelimeler yetmezdi.
“Suyu bol, yeşili bol şehir Bursa… Su hayattır…” dedi.
Çocukların koşup oynadığı mahalleler, meydanlar; yeşilin tonlarıyla süslü bir bayram yeri gibi tertipli, düzenli, oldukça da bakımlıydı. Çitlerinden güllerin, rengârenk çiçeklerin sarktığı, envaitürlü meyve ağaçlarının bezediği bahçeler; yol boyunca sıralanan kestane ve çınarlar şehre ayrı bir hava veriyordu. Burada koyu, açık yeşilin tonları iç içe görünebiliyordu. “Yeşil Bursa” denmesinin haklı sebebi bu olmalıydı.
                ***
Dünyanın dört bir yanında görülmeye değer binlerce yer vardı mutlaka. Ancak burası çok farklıydı. İlk bakışta sanki başka bir padişaha aitmiş izlenimi uyandırıyordu.
Numan’ın kalacağı Orhaniye Medresesinin büyük ferah duvarları geometrik ve nebati motiflerle bezenmişti. Her hâliyle muazzam, muhteşem bir binaydı.
Bursa’nın en eski medresesi olan bu yeni yerine büyük ümitlerle yönelirken karşıdan gelen iki çocuk gördü, başlarını okşadı Numan. Aklından neler geçmiyordu ki? “Hocam sık sık buyururdu: Küçük çocukları seviniz, başlarını okşayınız. Onları sevindiriniz ki, Peygamber efendimizin emrini yerine getirmiş olasınız. Hey yüzü ak, aklı yüksek Kara Fadıl Hocam hey! Daha şimdiden burnumda tütüyorsun! Seni unutmak mı? Ne mümkün!”
Yemyeşil bir bahçeden geçip ana kapıdan içeri girdi. Ak mermerden sonra başlayan tahta merdivenlerden çıkarken; ağırlığından olsa gerek gıcırdayınca, elinde olmadan mahcup oldu, utandı. Kollarını yukarıda kenetlemiş sütunların tuttuğu medresenin kubbesi; erişilmeyecek kadar yüksek görünüyordu. Bütün odalar beyaz sarıklı, nohudî cübbeli talebelerle doluydu. Sessiz, sakin bir iki odacık; sanki onun için ayrılmış, onun içeri girmesini bekliyordu. Kapının üstünde küçük tunç tokmak ve onun üstündeki köşesinde henüz yeni örüldüğü belli olan örümcek ağı; köyünü hatırlattı. “Demek en ufak bir şey bile maziye götürüyor insanı” dedi… Sütunlar üzerine yükselen geçmeli kemer; medreseye ayrı bir güzellik katıyordu… Kapı ile çatı arasındaki duvara sıralanmış çamurdan kırlangıç yuvaları; cıvıl cıvıldı… Yeni misafir sadece kendi değil, anlaşılan onların da yavrularını bekliyordu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.