Sebebini bilemediği hisler içindeydi asker Hasan...

A -
A +
Ne yaptı ne ettiyse bir türlü uyuyamadı. Güzeller güzeli sevdalısını düşündü...   Selmân Sukûtî hazretlerinin sözleri hâlâ kulaklarında çınlıyordu: “Sen bizim rüyamız, sen bizim devâmız, sen bizim duâmızsın oğul. Daima başın dik, alnın ak, gönlün pak olsun. Zümrüt-ü Anka’nı iyi seç ki Kaf Dağı sana yakın olsun. Yolun da bahtın da ebediyete kadar açık olsun oğul...” Zifirî karanlık gecenin sakinliği içerisinde Nene bacısının sobaya attığı birkaç tezek parçası, yeniden tutuşmuştu. Çıkan o ses, o yumuşak, o sımsıcak homurtu, sobanın tatlı kızgın sesi, odunların çıtırtısı, tavana vuran ateşlerin çıkardığı ışık oyunları, insana tarifsiz bir haz veriyor, hasta döşeğinde asker Hasan’ı alıp alıp çocukluk günlerine götürüyordu.                         *** KARANLIK GECENİN SESSİZLİĞİBiri var; seni seven, sana muhtaç,Yanına gelecek, kalk kapını aç… Upuzun uzandığı yatağının içinde sebebini bilemediği hisler içinde, tarifsiz duygularla doluydu asker Hasan. Gözlerini kapadı, ne yaptı ne ettiyse bir türlü uyuyamadı. Güzeller güzeli sevdalısını düşündü. Çocukluğunu, mektebe gidişini, Palandöken etekleri boyunca uzanan zümrüt yeşili mesire yerlerinde çocukça koşturmalarını, daha dün gibi Çeperli’yi, evini, mahallesini, Züleyha ile ilk göz göze gelişini, kalbine bir kor düşüp tutuşmasını, ilk duyduğu cümleleri: “Ben seni sevdim…” Kemik rengi ipek bir mendil göndermişti. İçinde kurumuş lâle yaprakları vardı. Mis gibi dağ havası, kır kokuyordu. Ne kadar da kalbinin üzerinde taşımıştı. “Ah” çekti derinden, inledi. Daha neler neler? Aklı erdiği günden bu yana yaşadıklarını tek tek hayal etti. “Vefasız yalan dünya! Azgın nefsim! Merhametsiz düşmanlar!” diye söylendi, durdu. Her nedense “merhametsiz” derken Ermeniler, İngilizler, Uruslar geldi gözünün önüne... “Hepsi de kibirli, riyakâr, merhametsiz, zalim insanlar...” dedi dişlerini sıktı. Cephede gördükleri unutulacak şeyler değildi. Her aklına geldiğinde aynı acıları yeniden yaşardı, yine öyle oldu, kalbi sıkıştı. Uykusu hepten kaçmıştı. Neşe diye bir şey zaten yoktu! Öksürme ihtiyacı duydu, öksüremedi. Pek bitkindi. Bu şekilde Züleyha onu görmemeliydi. Sonra kızcağızın hayalleri yıkılırdı. Nene, onun en sevdiği çocukluk arkadaşıydı. “Ya çıkıp gelirse! Ya tesadüfen karşılaşırsa!” O zaman ne yapacaktı? Ona karşı nasıl davranacağını bir türlü bilemiyordu. Bu yüzden hep kendini suçladı. “Olmadı asker efendi. İşte bu hiç olmadı. Er kitabında, dadaş dünyasında böyle bir şey var mı? Muhabbete sığar mı? Sebepsiz, bir sevdiğinden çekinmek nerede yazılı?” dedi, tebessüm etti. Ağır hasta da olsa onu düşünmek rahatlatıyordu. Tabii ki; bir de hocasını, Seyyid Sükûti Efendi’yi... “İnsan numunesi, muhterem hocam, efendim...” kelimeleri dökülüverdi titrek dudaklarından. Bir gün buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîmdeki hükümler iki türlüdür: Biri bedenle alakalı, ilgili, ikincisi kalple... Allahü teâlâ bedenle alakalı hükümleri, Osmanlılarla, kalple ilgili olan hükümleri de tasavvuf büyükleri vasıtasıyla muhafaza edip korudu. Elhamdülillah, bu nimet bizlere de nasip oldu...”  
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.