İki yıl sonra Âdem’den ilk kez mektup gelmişti

A -
A +
Fadime Abla önce Zehra’ya yetiştirdi mektubu. Çünkü o da biliyordu mektubun gerçek sahibini.
 
Birinci çocuğun doğuşu bile Zehra’nın yüzündeki hüznü silememişti.
Baba Âdem ise tam tersine, (Y.)’den sonra bambaşka biri olup çıkmıştı. Her fırsatta evine koşuyor, karısının bir dediğini iki etmiyor, eskisine göre evde daha çok vakit geçiriyordu.
Bir yıl sonra (G.)’nin doğumu anneyi de “normale döndürmüştü.” Ev ve kom işlerinden kalan bütün zamanını çocuklarıyla geçiriyordu Zehra.
Çocuklarım kelimesini zihninde tekrarlayıp keyfini sürdü.
Bu arada, derenin öbür yakasına, tam karşılarına yeni bir komşu geliyordu. Taş, çamur ve ağaçtan kurulacak evin inşası başlamıştı bile…
Zehra, gelecek olan yeni komşu kadını zaten tanıyordu, iyi anlaşacaklarını tahmin ediyordu. Çünkü dedikoduyu sevmeyen, evinde barkında, işinde gücünde biriydi Hüner. Onun da iki çocuğu vardı.
                 ***
Endişe edecek bir şey yoksa endişe etmek lazım.
Zehra’nın ileride tanıyacağı bir âlimin sözüydü bu.
Zehra tam hayatını düzene koyduğuna inanmaya başlamıştı ki, kocası köy odasından yarı coşku, yarı üzüntüyle çıkageldi o akşam.
“Askere gidiyorum” dedi Âdem yüzüne iliştirdiği hafif bir tebessümle, “Erzurum’a.”
Muhtarın köy odasına getirdiği kâğıttan öğrenmişti, Taşkesen’den iki kişinin bir ay sonra silah altına alınacağını.
Âdem vatana hizmet etmenin gururu ile, dört buçuk yıllık hanımından ve iki çocuğundan ayrılacak olmanın hüznünü bir arada yaşıyordu.
Üstelik Zehra yine hamileydi.
Âdem üçüncü çocuğunun doğumunu göremeyecekti; o günden sonra yaklaşık üç sene boyunca hemen her gün bağırarak söyleyeceği cümleyi, ilk kez kendi kendine mırıldandı bir prova gibi: Vatan sağ olsun...
                 ***
Aradan geçen iki yıla rağmen Âdem’den ilk kez mektup gelmişti.
Askerden Zehra’ya vereceği önemli haber için ağabeyi Mürteza’ya yani Fadime Abla’nın kocasına mektup yazmıştı Âdem.
Direkt kendi hanımına yazması ayıp sayılırdı.
Bölgeyi, dönemi ve insan ilişkilerini anlamak için şunu bilmek gerek; bir akşam köylü kadınlardan bir grup, saygı, töre, yaşmaklanma, yüksek sesle konuşma gibi “sosyal” konuları tartışırken, birisi şu hatırasını nakletti:
“Bizimki ile abisi önde, ben arkalarında, kucağımda çocuk… Soğuksu’dan (komşu köy) geliyoruz. Gözenin başında oturduk, su içtik, nefeslendik. Çocuğu fidanlığın serin gölgesine koymuştum. Nasıl olduğunu anlamadım, ben çocuğu bizimki aldı sandım, o benim aldığımı sanmış. Yürürken bir baktım adamın kucağı boş. Utandım, ‘Çocuk çeşmede kaldı’ diyemedim. Bir süre yürüdük, sonra bizimki dönüp baktı da gidip çocuğu getirdi...”
Âdem’in Mürteza ağabeyine yazdığı mektup bütün sülaleye bir haberdi aslında. Belki biraz da o yüzden ağabeyine yazmıştı, köy odasında okur diye.
Ama Fadime Abla önce Zehra’ya yetiştirdi mektubu nefes nefese. Çünkü o da biliyordu mektubun gerçek sahibini... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.