“İlm-i siyaseti bilmeyen hizmet edemez!.."

A -
A +
Akıncılar, sevmedikleri şövalye kıyafeti içinde hedefe doğru yürüyorlardı...
 
Doğan Bey, Atmaca Nuri, Boğa Hasan, Çekirge Ali çocukluk arkadaşıydı. Babaları da birlikte harplere katılmış, düşman kovalamış, sulh zamanlarında ise yine beraber çalışmış gerçek dosttular. Rumeli’ye sandalla geçtiklerinde kanlı boğuşmalar olmuş, Doğan Bey’in babası şehitlik şerbetini içmişti. O acı hatırayı anlata anlata bitiremezlerdi. Bu sebepten olsa gerek Doğan Bey’in farklı bir yeri vardı bu aileler arasında.
İşte yine babaları gibi, evlatları da beraberler. Büyük bir hizmet için, canlarını hiçe sayarak, kefenlerini koltuklarına alıp, yollara düşmüşlerdi.
Alışık olmadıkları, sevmedikleri acayip kıyafetler içinde hedefe doğru yürüyorlardı inançla, şerefle.
Doğan ile Hasan, elleri ayakları prangalı, diğerleri kılıç kalkanlı şövalye olmuşlardı bugün. Atmaca’nın muzipliği tuttu;
- Bu ne hâl böyle beyim?
Gümüş gibi, pırıl pırıl parıldayan kılıcına, kalın çelik kalkanına ters ters bakan Doğan;
- Esirlik! diyerek, etrafa göz gezdirdi. Kabartmalarla bezeli bölmeler, “aziz” resimleriyle süslenmiş tavanlar, binaya katedral havasını vermişti.
Yanındakinin duyacağı şekilde;
- Ne acayip yerler?
- Sorma!.. Ahmaklar olmasaydı, dünyanın vay hâlineydi. Kimler mamur edecekti ki?
- Eyvallah!
Kafadarlar, plan gereği, şatonun merdivenlerini tırmanmaya başlamadan önce, Kâbus’un ve mahiyetinin önünden geçtiler.
Şövalye kıyafeti içindeki akıncılar, ilk defa tiksinerek yerlere kadar eğildi. Kâbus ve mahiyetini selamladılar. Temenna ederek geri geri çekildiler.
Osmanlı gururunu ayaklar altına almış gibi davranmak pek hoşlarına gitmese de Emir Sultan Hazretlerinin; “İlm-i siyaseti bilmeyen hizmet edemez. Muvaffak ve muzaffer olamaz” sözlerini de çok iyi biliyorlardı. Ya nefislerinin, gururlarının, kibirlerinin esiri olup öleceklerdi. Ya da ilm-i siyasetin gerektiğini yapıp, hedeflerine varacaklardı. Başka seçenekleri yoktu.
Bu kadar berbat kilise gibi bir yerde, zalim bir şövalyenin önünde eğilmek ne talihsizlikti elbette. Yüzünü buruşturdu Boğa Hasan. Bir ara şaşkın ve telaşlı bakışlarla Maria ile göz göze geldiler. Maria hiç bozuntuya vermeden,
- Pis Osmanlılar! dedi. Peşlerine doğru tükürür gibi, hakaret dolu bir hareket yaptı.
Zindancıbaşının koluna girdi. Babasına döndü;
- Halk, sabırsızlıkla bu pisliklerin akıbetini bekliyor pederim.
- Ben de prensesim! Ben de!
- O zaman hadi gidiyoruz. Merasim yerinde yerimizi alalım.
- Haydi!
Kâbus, yanındakilerle birlikte, kendine ayrılmış, şatonun en tepesinden, her kattaki kocaman çengelleri ve en alttaki her biri bir metre boyundaki, uçları iğne gibi sivri, çelik kazıkları görebilecek yere geldi. Kırk elli kişinin de rahatlıkla sığabileceği ve atılanları takip edebileceği bu özel bölme rüzgâr ve güneşten korunacak şekilde düzenlenmişti. Hurufi ve adamları ile Erkara ve arkadaşları da “şeref konuğu” olarak burada yer almışlardı. Kâbus’un içeri girmesiyle herkes ayağa kalktı. Yerlere kadar eğilerek selamladılar... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.