ABD’nin Orta Doğu politikasını anlamak...

A -
A +
Orta Doğu’ya ABD’nin girişi On sekizinci yüzyılın son çeyreğinde başladı. Osmanlı Devleti’ne bağlı ama içişlerinde özerk olan Kuzey Afrika’daki Garp Ocakları’yla ABD’nin temaslarının ardından, On dokuzuncu yüzyıl boyunca Osmanlı topraklarına misyonerlerin gelmeleri, Osmanlı Devleti’yle ve bugünkü İran’ı yöneten Kaçarlarla ticaret anlaşmalarının yapılması, diplomatik ve konsüler temsilciliklerin açılması, silah ticaretinin canlanması gibi gelişmeler yaşandı. Osmanlı-ABD ilişkilerinde, iki ülke arasındaki mesafenin uzaklığı, 1823’ten sonra ABD dış politikasının çerçevesini oluşturan Monroe Doktrini, Osmanlı’nın Avrupa devletleriyle ilişkilerinin ağırlığı gibi sebeplerle, göreceli olarak çok yoğun bir gündemden söz edilmesi mümkün değildir. Ama ilişkilerin bilhassa ticaret ve misyonerlerin faaliyetlerinden dolayı zaman zaman yükselişe geçtiği veya taraflar arasında gerilimlerin yaşandığı dönemler olmuştur.
ABD Kongresi’nin bir donanma kurarak, Kuzey Afrika kıyıları ve Akdeniz’de seyreden ticaret gemilerini korumaya karar verdiği andan itibaren Washington yönetimlerinin Orta Doğu politikasında iki sabit belirleyici unsur ortaya çıkmıştır. Bunlar, ABD’nin Orta Doğu’daki ekonomik ve ticari çıkarlarının, gerekirse askerî güç kullanılarak güvence altına alınması ve ABD iç siyasetinde etki doğurduğu ölçüde Amerikan vatandaşlarının Orta Doğu’daki faaliyetlerinin desteklenmesidir. Bu iki sabit unsura yıllar içinde iki belirleyici unsur daha eklenmiştir: İsrail’in varlığının teminat altına alınması ve bölgedeki enerji kaynaklarının kontrolü.
Dönemsel olarak ABD’nin Orta Doğu politikasına yön veren, SSCB’nin çevrelenmesi ve Arap milliyetçiliğinin dizginlenmesi gibi hususlar da ön plana çıkmış ama Nâsırcılığın ortadan kalkması ve SSCB’nin dağılması sonrasında bunlar anlamını kaybetmiştir.
Bugün de, ABD’nin Orta Doğu politikası yukarıda yer verdiğim dört belirleyici unsur tarafından beslenmektedir. ABD’nin bölgeye ilişkin tüm söylem ve eylemleri bu dört sabit unsurun alt başlıkları şeklinde sıralanabilir. Carter Doktrini, ‘Yeşil Kuşak’ yaklaşımı, Reagan’ın ‘çevik güç’ girişimi, Lübnan müdahalesi, baba ve oğul Bushların Irak’a müdahaleleri, Madrid Orta Doğu Barış süreci, Clinton döneminde uygulamaya konulan İran ve Irak’a karşı ‘çifte çevreleme’ politikası, Suudi Arabistan, Katar ve Bahreyn’de askerî üslerin açılması, oğul Bush’un Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Orta Doğu Projesi, Irak’ta üniter yapının yeni anayasayla ortadan kaldırılması, Suudi Arabistan’a silah satışı, Obama’nın Arap Baharı karşısındaki tutumu, Libya’ya müdahale, Mısır’da Sisi darbesine verilen destek, Suriye’ye asker gönderilmesi, Trump’ın İsrail’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması, Golan Tepelerinin ilhakını tanıması vb. son 30 yıl içinde bölgede ABD’nin attığı her adımı dört temel belirleyicinin en az biriyle ilişkilendirmek mümkündür. Elbette 11 Eylül 2001’den sonra uluslararası terörizmle mücadelenin ve İran’ın nükleer faaliyetlerinin de Orta Doğu bölgesindeki ABD varlığını perçinlemek için güçlü bir argüman olarak kullanıldığını da unutmamalıyız.
ABD’nin Suriye’de ne yapmak istediğini anlamak için genel Orta Doğu politikasına şekil veren bu dört belirleyici unsuru hiç akıldan çıkarmamalıyız. Böyle yapınca da, ABD desteğiyle, Türkiye’nin güney sınırlarının ötesinde yeni bir devlet benzeri yapının kurulması ihtimalinin Ankara’yı neden 1991’den bu yana ciddi olarak endişelendirdiğini anlarız.
Bir Kürt devletinin kurulmasıyla ilgili planların tarihini tam yüzyıl önceye, Paris Barış Konferansı’na kadar götürmek mümkündür. Fakat daha yakın bir zamana, 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrasına odaklandığımızda İsrail’in kendi güvenlik endişelerini gidermek için Irak’taki Kürt ayrılıkçıları desteklerken, en büyük yardımı o zamanlar ABD ile sıkı ilişkiler içinde olan İran Şahı’ndan aldığını da görürüz. Birinci Körfez Savaşı sonrasında Irak’ın kuzeyinde uçuşa yasak bölgenin kurulması, 25 yıl boyunca takip edilen Irak’ı bölme siyasetinin ilk meyvelerini vermesini temin etti. İkinci Körfez Savaşı’ndan sonra ABD’nin hazırladığı Irak Anayasasıyla da, ülkenin kuzeyinde bir federe bölgesel yönetim kuruldu.
Suriye iç savaşına müdahale ederken ABD’nin hedefi sadece DEAŞ terör örgütünü etkisizleştirmek değildi. Öyle olsaydı, Başkan Trump’ın DEAŞ’a karşı zafer kazanıldığını ilan etmesinin ardından ABD askerlerinin Suriye’den çekilmesi beklenirdi. Aksine, görünüşte Başkan’ın farklı tutumuna rağmen Pentagon PYD-YPG terör örgütünü desteklemeyi sürdürdü. Zira Suriye’nin iç savaştan sonra bir daha İsrail’e ‘tehdit’ oluşturmaması için, ülkenin üniter yapısının ortadan kaldırılması ve yapılacak yeni bir anayasayla tıpkı Irak’ta olduğu gibi ABD ve İsrail ile çok yakın ilişkileri olan bir federe yönetim birimi kurulması hedeflenmekteydi. Türkiye’nin tüm ısrarlarına rağmen, güvenli bölge alanını dar tutan, PYD-YPG terör örgütüne dağıttığı silahları toplamayan ve siyasi müzakerelere dâhil etmeye çalışan ABD’nin bu hedefinden vazgeçmesi kolay değil. Burada kastettiğim ‘ABD’, iktidardaki hükûmet değil, dış politikayı üreten asli güçlerdir.
ABD’nin Orta Doğu politikasının ana dinamikleri başkanlardan bağımsızdır. Başkanlık koltuğunda oturan kişiler ancak öncelik sıralaması yapabilirler ama politikanın esasına sınırlı ölçüde müdahale edebilirler. Savunma ve güvenlik bürokrasisi, askerî-endüstriyel kompleks, enerji şirketleri, Evanjelik kiliseler ve lobilerin bu alandaki etkisi çok büyüktür...
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.