AB oyalamaya devam ediyor...

A -
A +
  Perşembe günü yapılan AB Zirvesi’nde, Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josef Borell’in hazırladığı rapor çerçevesinde “Türkiye ile kademeli, orantılı ve geri dönülebilir şekilde iş birliğini geliştirmeye” hazır olunduğu kararı alındı. Siyasi kriterlere uyum bakımından eleştirilerin olduğu Borell raporunda ve Zirve kararlarında herhangi bir yaptırım önerisi yer almadı. Zirve’de Türkiye ile iş birliğinin geliştirilmesine karar veren AB üyeleri, söz konusu diyalog alanlarını, gümrük birliğinin güncellenmesi, vize serbestisi ve göç meselesi olarak saydılar. Yaklaşık 16 yıldır süren AB ile müzakere sürecimizdeki tabloyu kısaca incelediğimizde, 35 müzakere faslından 16 tanesinin açıldığını, bir tanesinin geçici olarak kapandığını görüyoruz. 30 Haziran 2016’dan bu yana yeni bir müzakere faslının açılmadığı ve  toplam 14 faslın müzakereye açılmasının ve açılmış hiçbir faslın da geçici olarak kapanmamasının AB tarafından çeşitli gerekçelerle askıya alındığı bir gerçek. Tablo böyleyken Türkiye’nin AB ile üyelik müzakerelerinin fiilen dondurulmuş olduğunu söylemek yanlış değil. 1957’deki Roma Antlaşması’nın başlangıç kabul edersek 64 yıllık AB tarihinde hiçbir aday ülke bu kadar çok bekletilmemiştir. Perşembe günü yapılan Zirve’de kararlaştırılan bu sözde “pozitif diyaloğun”, esas itibarıyla müzakere süreciyle bağlı olmayan konularla ilişkilendirilmiş olması dikkat çekici. Yeni bir müzakere faslının açılmasından söz edilmiyor. Askıya alınan fasıllar üzerindeki blokajın kaldırılabileceğine dair en ufak bir emare yok. Yıllardır masanın üstünde bekleyen; Gümrük Birliğinin güncellenmesi, vize serbestisi ve göç konularında üst düzey görüşmelerin yapılması belki bu alanlardaki tıkanmışlığın aşılmasına katkı sağlayabilir. Fakat bunun müzakerelerin ilerlemesiyle uzaktan yakından bir ilgisi yok. AB Türkiye’yi oyalama işlemini öylesine profesyonelce yapıyor ki, daha önce müzakerelerin ilerlemesi öncelikli konuyken, şimdi başka konular Türkiye-AB ilişkilerinin temel unsurlarıymış gibi takdim ediliyor. Biz de, “peki ama ne oldu müzakere fasılları?” diye soracağımız yerde, ilişkilerin yeni öncelikli muhtevası gibi takdim edilen bu paketi incelemeye başlıyoruz. Dahası AB bu konularda bile hemen karar vermek yerine,  dosyaları komisyonlara havale etmeyi ve işi uzatmayı tercih ediyor. İşin aslı, AB Türkiye ile müzakere falan yürütmüyor. 16 yıldır Türkiye’yi oyalıyor. Bıktırma ve vazgeçirme stratejisini kendi içinde tutarlı bir şekilde uyguluyor. AB müzakere süreciyle hiç ilgisi olmayan Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları konusunun Türkiye’nin önüne bir engel olarak çıkarılması ve müzakerelerin donmuş hâlinin devamı için yeni bir bahaneye dönüştürülmesi de bu başarılı oyalama stratejinin yeni bir taktiği. AB ile “yeni iş birliğine” başlamadan evvel, 1999-2005 yılları arasında yaşananları, tüm yazışma, açıklama ve belgeleri dikkate alarak yeniden değerlendirmek lazım. O tarihlerde bize adaylık ve müzakerelere başlama vaadi karşılığında, Annan Planı’nı reddetmiş GKRY’nin nasıl AB’ye üye yapıldığını incelemek lazım. Bugün Doğu Akdeniz’deki Türkiye’yi dışlayan yapılanmanın odağında yer alan GKRY’nin, AB üyesi olmasaydı bunlara ne ölçüde cesaret edebilecek olduğunu sorgulamak lazım. 17 Aralık 2004 Zirvesi’nde, “müzakerelerin fiilen başlamasından evvel Ankara Anlaşmasını yeni katılan üyelere genişleteceğim” taahhüdünde bulunulmasının nasıl bir yanlışlar zincirini başlattığını soğukkanlılıkla etüt etmek mecburiyetindeyiz. O zaman yeni katılan üyelerden biri GKRY olduğuna göre, Türkiye bu ülkeyi de Gümrük Birliği kapsamına almayı kabul etmişti. Ama daha sonra bu eylemin bir tanıma anlamına geleceği düşüncesiyle, GKRY’yi de içeren ek protokolü imzalamasına rağmen, yürürlüğe sokmadı. AB Konseyi de, 8 müzakere başlığını Ankara’nın bu tutumunu göstererek dondurdu. O tarihte, “bir başlayalım da, Kıbrıs müzakerelerinin başarıya ulaşmasıyla, bu engel ortadan kalkar” diye düşünenler yanıldı. Zira ne GKRY’nin ne de AB’nin Kıbrıs Türklerine eşit ve egemen haklar tanımaya niyeti vardı. Çok şükür, AB’nin sözde “iyi niyetine” gözü kapalı inanan derin strateji uzmanı zevat dış politika imal ve icra kademelerinden tasfiye oldular da, Türkiye güya AB’ye alınacağı zannıyla bu tuzağa düşmedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın KKTC’ye verdiği desteğin ne kadar kıymetli olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Hele Doğu Akdeniz yetki alanları konuşulurken. Unutmayalım ki, Türkiye’yi AB’ye üye almamaya peşinen karar vermiş olan AB’nin yeni oyalama taktiğinin arkasında, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de sahada ve diplomasi masasında elde etmeye başladığı kazanımları engelleme gayesi yatıyor. Türkiye’nin, Libya anlaşmasının ardından Mısır’la ve belki ileride İsrail’le deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşması yapabilme ihtimali birçok AB liderinin uykularını kaçırıyor. Brüksel istediği kadar gündem saptırsın ve ikincil gündemleri öne çıkarmaya çalışsın, Türkiye ne Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarından taviz verir, ne de -sadece kâğıt üstünde kalsa da- katılım müzakerelerinden çekilen taraf olur.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.