Hayatımın en sağlam fırçası, en büyük dersi

Sesli Dinle
A -
A +
Bazı Türk filmlerinde vardı hani, bütün mahalle, evini, gecekondusunu büyük müteahhide satmış, bir tek saf olan köylü rolündeki “kişi” satmamıştı.
 
Herkesin dalga geçtiği o inatçı keçi, o hafif saf adam figürü boşa değildi.
 
Zamanı gelince, fırsatını bulunca sakın kaçırma, yoksa mahallenin safı sen olursun ey vatandaş.
 
Bugüne geldik, satılmaz, satılamaz hiçbir şeyimiz kalmadı.
 
Mesela, “Bu tarla, şu ev, oradaki dükkân bana ailemden miras, satılık değil” diyebilen kaç kişi tanıyorsunuz? Peki ya “Hazır fiyatlar yükseldi, babamların evini satalım da kiraya taşıyalım, şurada kaç yıl ömürleri kaldı” diyen kaç kişi tanıyorsunuz? Neden ikinci saydığımdan bu kadar çok var da “Benim malım satılık değil” diyebilen babayiğit yok?
 
Şirketlerimiz satılık, parayı basan alır.
 
En güzel manzaralarımız satılık, dolarları koyarsan alırsın.
Markalarımız, fabrikalarımız satılık.
 
 
Şirket satmış olmak en büyük övünç vesilesi. Yurt dışına sattıysa hele, değme keyfine. Oysa dünyada başarının ölçütü yurt dışından rakibini satın almak.
 
Tamam, iş hayatının içinde biri olarak döviz girdisi ne demek, ihracat ne demek iyi bilirim ama, bu kadar da satılık olmamalı her şey.
 
Türkiye’de her türlü saçmalığı, magandalığı yapmak neden serbest mesela? Amerika’da asla yapamayacağı şeyi Türkiye’de yapabilen turistlerin bu rahatlığı nereden geliyor? “Cezası neyse öderiz” demekten mi?
 
Bize medeniyet öğreten, gelişmişlik sembolü Amerika’da bir trafik polisi “Ellerini direksiyondan çekme!” diye uyardığında çekersen bir göz kırpmalık süre tanımaz. Allah taksiratını affetsin.
 
Bizim memlekette ise her şeyi yapmak niye bu kadar ucuz, bu kadar serbest?
 
Fıkra bu ya, adamın birisi bankaya gitmiş, bankadaki görevliye ağzına gelen hakareti etmeye başlamış. Görevli sinirle müdürün odasına gidip şikâyet etmiş. Müdür de hışımla adamın yanına gelmiş. Tam tekme tokat kovacak, yine de bir sorası gelmiş “Hemşehrim senin derdin ne?” diye.
 
Adam da “Şu çantamdaki 1 milyon doları bankanıza yatıracağım” derken müdür atlamış lafa. “Ve bu bizim beyinsiz çalışanlar da sana yardımcı olmuyor öyle mi?!”.
 
Çalışanımıza, yanımızda olana, güvencemiz altında olana ağzına geleni söylemek isteyen birine çantasındaki dolarların miktarı o ruhsatı veriyorsa vay hâlimize.
 
Bu konuları nereden açtım? Aklıma duayen sanayici Nevzat Demir getirdi bu konuyu. Beni sosyal medyadan takip edenler bu hafta iyice tanıdılar Nevzat Demir’i, takip etmeyenler için kısaca anlatayım.
 
Çok değerli akademisyen dostum Doç. Dr. Uğur Yasin Asal sayesinde tanıştım kendisinin aile büyüğü olan, Fırat markasının kurucusu Nevzat Demir’le. Belgrad Ormanlarına koşuya giderdik pazar sabahları.
 
Bir iş kolunda dünyadaki en büyük üretici olan rakipleri Nevzat Bey’in kapısını çalar. Şirketlerini satın almak ya da ortak olmak isterler.
 
Nevzat Bey randevu verir. Normalde yabancı yatırımcı gelince en pahalısından, en şaşaalısından ağırlama yapılır, en pahalı restoranlar, oteller tutulur, Nevzat Bey’in ise hiç o taraklarda bezi yoktur. Yemekhaneye “Kuru fasulye yapın” talimatı verir. Gelen yatırımcıya yemekhanede işçilerle birlikte kuru fasulye yedirir. Sonra odasında sorar. “Evet buyurun sizi dinliyorum”. Yatırımcı tekliflerini söyler. Nevzat Bey de “Ortak olduğunuzda şirketimin Türkiye pazarına ortak olacaksınız, peki ben de sizin dünyadaki pazarlarınıza ortak olabilecek miyim?” der. Adam “Hiç olur mu?” diyerek gülümseyince Nevzat Bey adama kapıyı gösterir.
 
İşte bu yüzden FIRAT grubu 51 yıldır hiç yatırım almadan, hisse satmadan, borsaya açılmadan kendi öz sermayesiyle yerli ve millî kalabilmiş.
 
Nasıl bir insan olduğunu daha iyi anlayabilmeniz için bir örnek daha. Bir kış günü, sabahın erken saatinde yanıma sırf kalın olduğu için Manchester United’ın uzun kollu formasını aldım koşuya giderken. Altında incecik bir atlet, üstümde kalın bir forma ile koşuya başladım.
 
Derken Nevzat Bey geldi, beraber koşmaya başladık. Üstümdeki formayı fark ettiğinde suratı değişti. “İngiliz bayraklı formayla mı geldin?” diye çıkıştı. Mahcup olmuştum. Ama durup durup sinirleniyordu. “Şuna bak, şu hâle bak” diyerek öfkesi yükseliyordu. Artık yapılacak tek bir şey kalmıştı. Formayı çıkarmak. O kış günü, karlı bir günün sabahında, saat 7’de ormanda atletle koşmuştum. Çıkarırsam en fazla hasta olurdum, ama çıkarmazsam hayatının 50 yılını Türk sanayisine, Türk insanına adamış bir adamdan temiz bir dayak yiyebilirdim, ki dayak yemek sözlerinin yanında hafif bile kalırdı.
 
Müthiş bir ders vermişti Nevzat Demir. Adam olmak, hür olmak, karakter sahibi olmak sadece lafla, sözle olmuyor. Her hareketimizle, kıyafetimizle, zihinsel prangalardan kurtuluşumuzla oluyor.
 
Paraya minnet ederek, parayı yönetene el pençe divan durarak, paraya tapınarak adam da olunmuyor, hür de olunmuyor, karakterli de olunmuyor.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.