Sultan Aziz devri Osmanlı sofrası

A -
A +
Sultan Aziz devri Osmanlı sofrası Bir kere değil, birkaç kere okuduğum kitaplar vardır. Her okuduğumda yeni bir şeyler öğrendiğim, öğrendiklerimi yenilediğim eserlerdir. İşte bunlardan biri, Refik Halit Karay'ın kronik kitap kategorisindeki "Üç Nesil, Üç Hayat" adlı eseri. 1888 yılında İstanbul'da doğan, o zamanki adlarıyla "Galatasaray Sultanisi" ve "Mekteb-i hukuk"u bitiren, gazetecilik, kolejde öğretmenlik, Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü yapan, siyası yazı ve görüşlerinden dolayı bir müddet Halep'te yaşayan yazar, 1938'de yurda dönmüş, dergi ve gazetelerde günlük yazılar yazmış. 20 kadar romanı mevcut. Onu çok beğenme sebebim, Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e kadar uzanan zaman dilimini çok iyi gözlemlemiş olması, yazılarında zengin, anlaşılır bir Türkçe kullanması, tasvir gücünün çok öne çıkmasıdır. "Üç Nesil, Üç Hayat" kitabında konuları "Aziz Devri"- "Hamid Devri"- "Şimdiki Durum" diye üç zaman dilimi içinde yorumlar. Her devrin hayat biçimini ayrıntılarıyla anlatır bize. Sizlere aktarmak istediğim sayfalar, ilgi alanım, sayfamın konusu "Yemek Sofrası" üzerine yazılmış. Üstad, Sultan Abdülaziz, Sultan Abdülhamid devrindeki yemek sofralarını biraz da mizahi dille anlatmış, bize yaşadığı zamandaki sofrayı tasvir etmiş. Yazılar uzunca olduklarından sizlere seri halinde, arka arkaya üç hafta aktaracağım. Bu hafta Sultan Aziz devrini veriyorum. PİRİNÇTEN VE KALAYLI BAKIRDAN SİNİ Halayık, ilk önce odanın ortasına yere geniş ve kalınca bir sofra bezi yaydıktan sonra, onun da ortasına arkalıksız kahve iskemlesine benzeyen bir destek getirip koyar. Bazı evlerde bu destekler dört veya altı köşeli, açılır kapanır ayaklardan ibarettir, yani portatiftir. Arkasından kocaman siniyi yuvarlayarak getirirler, o desteğin üzerine yerleştirirler. Siniler kalaylı bakırdan yahut pirinçtendir. Sini muvazeneli bir şeklide oturtulduktan sonra ortaya "nihale" konur. Ne tabak ne sürahi, kırılıp dökülecek, yangından kurtulması güç, sefere tahammülsüz eşya kullanılmaz! OSMANLI SOFRA DÜZENİ Daha sonra kaşıklar dizilirdi. Kaşık Osmanlı sanatkarlığında mühim bir mevki tutar. Sıcak ve yağlı yemek kaşıkları şimşirden başka abanozdan, kemikten, tek parça fildişinden yapılırdı. Hoşafa mahsus olanların ağız yerleri ya sarı yahut koyulu açıklı şeffaf bağadandı, geniş ve derindi. Fırdolayı, yere her adam için incecik bir minder kondu mu artık sofranın kurulması tamamlanmıştır. Yemek ya toprak yahut da beyzi bakır sahanlarda ortadaki nihalenin üstüne konur ve kapak muhakkak sofrada, ev sahibinin işaretiyle halayık veya erkek meclisinde uşak tarafından açılır. Besmelesiz yemeğe başlanmaz. Bittiği zaman da en yaşlısı kısa bir yemek duası okur,"Amin" denir, öyle kalkılır, leğen ibrik başına geçilir. En kısası bir: "Çok şükür, elhamdülillah" demek lazımdır. Fessiz, başörtüsüz yemeğe oturmak kimsenin haddi değildir. Üç mesele mühim: Bir kaptan yemek, elle yemek ve yere oturup yemek! O bolluk zamanında bile ekmek dilimini hesaplı koparmanız ve son parçasıyla son yemek lokmasını beraber yuvarlamanız hem terbiye, hem din kaidesi idi. Bugün ekonomik bir mecburiyet halini aldı. Gelecek hafta, çok önemli bir başka yemek etkinliği olmaz ise seri devam edecek ve bu kez Sultan Abdülaziz dönemindeki sofrayı, yazarın ağzından tanıtacağım. Haftaya kadar sağlık, huzur, lezzet dileklerimi tekrarlıyorum.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.