Köyüne kavuştun nur içinde yat...

A -
A +
HARUN YEREBAKAN Bir yi­ğit gur­be­te düş­se... Köyüne kavuştun 
nur içinde yat... KÖYÜNE KAVUŞTU AMA... Ha­run A­bi za­man za­man el­le­ri­ni ya­nak­la­rı­na ko­yar, göz­le­ri da­lar­dı. O tat­lı üs­lu­bu i­le Ar­de­şen'in bah­çe­le­ri­ni, yay­la­la­rı­nı an­la­tır­dı. Be­ni kö­yü­me def­ne­din de­di­ğin­de "Al­lah­ü teâlâ ge­cin­den ver­sin a­bi. O na­sıl söz!" di­ye mı­rıl­dan­mış­tık. ­Ner­den bi­le­bi­lir­dik ki... Ha­run'un ve­fa­tı şüp­he­siz ga­ze­te­de­ki her­ke­si et­ki­le­di ama bi­zi da­ha bir et­ki­le­di. Ni­ye çün­kü ay­nı ma­sa­yı pay­la­şı­yor­duk gün bo­yu gö­zü­mü­zün önün­dey­di. Rah­met­li sa­bah ser­vi­se gü­rül­tüy­le gi­rer­di, se­lam­lar da­ğı­tır, şa­ka­lar ya­par, gül­dü­rür­dü, gü­ler­di. Türk stan­dart­lar ens­ti­tü­sü gi­biy­di, ma­sa­sı dai­ma ter­tip­liy­di, çan­ta­sı dü­zen­li. Fo­toğ­raf ma­ki­ne­si, fla­şı, ob­jek­tif­le­ri, not def­te­ri, ka­le­mi, tey­bi ve n'olur n'ol­maz di­ye ya­nı­na al­dı­ğı ye­dek pil­le­ri... Şarj­lı ba­tar­ya­la­rı dai­ma do­lu olur­du, ba­di­yi sar­dı­ğı sa­rı be­zin kıv­rı­mı bi­le de­ğiş­mez­di. Ru­lo yap­tı­ğı ak­tar­ma kab­lo­su­nun kıv­rım­la­rı al­tıy­sa al­tıy­dı, ne beş, ne de ye­di... Ve bü­tün bu mal­ze­me­ler em­ri­mi­ze ama­dey­di. SİCİM, POŞET, KOLİ BANDI On­ca yıl ma­sa pay­laş­tık onun dü­ze­ni­ni boz­ma­yı be­ce­re­me­dik. Gü­nün de­ği­şik sa­at­le­rin­de bir şey­ler is­ter­dik on­dan. Ha­run abi ma­ka­sın? Al, (not alı­yor­muş gi­bi ya­par) bak ya­zı­yo­rum, ge­tir ama! Ha­run abi zım­ba? Bak ya­zı­yo­rum ge­tir ama! Hat­ta bir ke­re­sin­de "Ha­run abi iğ­ne" di­ye sor­muş­tum. Rah­met­li "bak ya­zı­yo­rum" de­miş­ti o alış­kan­lık­la... Çek­me­ce­sin­de her şey yer­li ye­rin­cey­di. Bel­ki bi­ri­ne la­zım olur di­ye do­la­bın­da ıvır zı­vır bu­lun­du­rur, is­ten­di mi çı­ka­rı­ve­rir­di. Ha­ber es­na­sın­da ta­nış­tık­la­rı­nın kart­la­rı­nı mi­nik ku­tu­lar­da sak­lar, bir baş­ka­sı­nın işi­ne ya­ra­yın­ca pek ke­yif­le­nir­di... Sek­sen­li yıl­lar­da çek­ti­ği di­ala­rı bi­le zarf­la­mış, dos­ya­la­mış­tı. Üzer­le­ri­ne kü­çük kü­çük not­lar yaz­mış­tı. Otu­rup el­den ge­çi­ren ha­ya­tı­nı özet­le­ye­bi­lir­di. Bir za­man­lar bü­yük pa­ra­la­ra al­dı­ğı (bek­li de üç ma­aş) bir Ca­non AE-1'i var­dı, di­ji­ta­le ge­çin­ce de Ca­non'dan cay­ma­dı. Ga­ze­te­ci­ler ara­sın­da adı kon­ma­dık bir Ni­kon­cu Ca­non­cu çe­kiş­me­si ya­şa­nır lakin o bu mü­na­ka­şa­la­ra ka­tıl­maz­dı. Evet ma­ki­ne to­kuş­tur­maz ama kü­lüs­tür To­yo­ta'sı­na da toz kon­dur­maz­dı. Ma­tah bir ara­ba de­ğil­di bu ama ka­len­der­di, yol­da ney koy­maz­dı... Fo­toğ­raf­ha­ne ka­pa­na­lı al­tı ye­di yıl ol­du bel­ki... Ama onun AE 1'i ve kol­lu Metz fla­şı hâ­lâ çak­ma­ya ha­zır bek­ler çan­ta­sın­da. Her göz­de ay­rı ma­ka­ra... 100 ASA Fu­ji, 400'lük Ko­dak ve Ko­ni­ca... Ve kla­sör­ler­de dos­ya­lar... Ala­cak­lar, ve­re­cek­ler, borç­lar. Han­gi ürü­nün kaç tak­si­ti kal­dı, ke­fil ol­duk­la­rı, ço­cuk­la­rın ev­rak­la­rı, okul du­rum­la­rı... Ye­ri gel­miş­ken söy­le­ye­lim Ha­run ço­cuk­la­rı­na an­la­tıl­ma­ya­cak ka­dar bağ­lıy­dı. On­lar­la il­gi­li duy­gu­la­rı­nı pay­laş­ma ih­ti­ya­cı du­yar­dı. Eğer "gel bir çay içe­lim" de­di mi ya Küb­ra ile ya Gam­ze ile ya da mi­nik Ne­cip ile il­gi­li bir şeyler anlatacaktı. Onlardan bahsederken gözleri parlardı. Mes­le­ği­ni cid­di­ye alır, işe tat­lı bir te­laş­la çı­kar­dı. Va­zi­fe­den son on yı­lın en bü­yük ha­be­ri­ni ya­ka­la­mış­ca­sı­na dö­ner, he­ye­can­la klav­ye tı­kır­da­tır­dı. TATLI YE TATLI KONUŞ Biz­de adet­tir, ser­vis­te ço­cu­ğu olan­lar, mem­le­ket­ten dö­nen­ler tat­lı da­ğı­tır­lar. Her­kes at­la­na­bi­lir ama Ha­run abi as­la! O ser­vis­te ol­ma­sa bi­le pa­yı ay­rı­lır, ma­sa­sı­na bı­ra­kı­lırdı ica­bın­da. Tat­lı­yı sev­me­si­ni onun ha­la­ve­ti­ne ve­ri­yor­duk, me­ğer ka­ra­ci­ğe­ri ha­sar­lıy­mış ga­ri­bi­min. Kim­bi­lir, bel­ki de bün­ye­si ih­ti­yaç du­yar­dı. Ha­run'u kız­dır­mak is­te­yen "ner­dey­din abi" der­di "Gül­lü­oğ­lu bir tep­si bak­la­va yol­la­mış, or­ta­lık­ta da kim­se yok, bi­ti­rin­ce­ye ka­dar ca­nı­mız çık­tı. Adam fıs­tık­la­rı ha­lı gi­bi yay­mış ca­nım, hem bu ka­dar da te­re­yağ atı­lır mı?" Sa­bır­la din­ler din­ler ve o ma­lum sua­li so­rar­dı; in­san bi di­lim ayır­maz mı? Ya­a sor­ma abi ak­lı­mı­za mı gel­di, dal­gın­lık iş­te... O yu­mu­şak huy­lu, o efen­di Ha­run iş­te bu­na da­ya­na­maz, "zı­kı­mın kö­kü­nü yi­ye­si­ce­ler" di­ye fı­sıl­dar­dı. RİZELİ... YEŞİL MAVİ... Ri­ze­liy­di... Ama has Ri­ze­liy­di, mem­le­ke­ti­ne aşık­tı. Düş­se de kalk­sa da Çaykur Ri­zes­por'u tu­tar­dı. Ar­de­şen yö­re­si­nin kök­lü ai­le­le­rin­den bi­ri­ne men­sup­tu. İs­tan­bul'da­ki Ye­re­ba­kan'la­rı der­ler top­lar, top­lu if­tar­lar dü­zen­ler, ala­yı­nı arar so­rar­dı. Hat­ta bir Web si­te­si ha­zır­la­mış, re­sim­ler­le ha­tı­ra­lar­la do­nat­mış­lar­dı. Dert ba­ba­sıy­dı... Has­ta­lar, borç­lu­lar, işe gir­me­ye ça­lı­şan­lar ge­lir onu bu­lur­lar­dı. Hem­şe­hri­le­ri­ni ye­di­rir, içi­rir, ya­tı­rır, he­kim arar, gün­ler­ce iş­le­ri­ni ko­va­lar­dı. İHA adı­na bel­ge­sel çek­ti­ği­miz gün­ler­de laf ola be­ri ge­le cin­sin­den ta­kıl­mış "Ri­ze'ye gi­di­yo­ruz" di­ye laf at­mış­tım, "ara­ba aşa­ğı­da, sen de gel­sen ne iyi olur­du ama!" Ne yap­tı yap­tı on da­ki­ka için­de izin al­dı, şo­för ma­hal­lin­de ye­ri­ni kap­tı. Köy­le­ri­ne var­dı­ğı­mız­da ge­ce­nin iler­le­yen sa­at­le­ri ol­muş­tu, yor­gun­luk­tan ölüyorduk ama o ço­cuk­ça bir ne­şe ile ka­pı­yı aç­tı, çay, çor­ba koy­du, man­gal yak­tı. Rah­met­li ana­cı­ğı he­nüz bir yıl ev­vel ara­la­rın­dan ay­rıl­mış­tı, mus­ha­fı, tes­bi­ği, rah­le­si, sec­ca­de­si he­nüz or­ta­day­dı. Man­to­su tül­ben­ti ka­pı­nın çi­vi­si­ne ası­lıy­dı. San­ki kom­şu­ya git­miş gi­biy­di, bi­raz­dan eşik­te be­li­re­cek Ha­run'la ku­cak­la­şa­cak­lar­dı. "Oyy Nen­na" (an­ne de­mek her­hal­de) der­ken se­si tit­re­di, göz yaş­la­rı­nı sak­la­ya­ma­dı. Met­ruk ev­de ağ­da­lı bir hü­zün ve de­rin bir sü­kun var­dı. Ama Ha­run bu­nu bo­za­cak­tı, emek­li ol­du­ğu gün dö­nüp ge­le­cek ba­ba oca­ğı­na tüt­tü­re­cek­ti. Gur­bet­te­ki kar­deş­le­ri­ni bu ev­de ağır­la­ya­cak­tı. Yan­lış ha­tır­la­mı­yor­sam evin uzun­ca ho­lü­ne açı­lan 6 oda var­dı, aşa­ğı kat­ta­ki­ler kaç ta­ne bil­mi­yo­rum ama bü­tün kar­deş­le­re ye­ter de ar­tar­dı. Zik­ro­lu­nan ev bi­rin­ci vi­tes­te ara­ba ağ­la­tan bir yo­ku­şun te­pe­sin­dey­di, de­re­nin di­bi­ne ka­dar çay­lık­lar uzan­mak­tay­dı. Sağ­da sol­da öbek­le­nen ka­ra ye­miş­ler, Trab­zon hur­ma­la­rı ve ki­vi sar­ma­şık­la­rı... Şöy­le alel ace­le tur­la­mış ve bir ku­cak sa­la­ta­lık­la dön­müş­tü. Na­sıl kör­pey­di­ler an­la­ta­mam. Çı­tır çı­tır kı­rı­lı­yor ve mis ko­ku­yor­lar­dı. Ha­run abi her sı­kın­tı­lı dö­nem­de Ri­ze'ye git­me ka­ra­rı alır­dı. Öy­le­si­ne cid­di­le­şir­di ki sa­nır­sı­nız he­men şim­di kal­ka­cak, denk­le­ri sar­ma­ya baş­la­ya­caktı. Hayali gazetecilikti Ha­run'un ço­cuk­lu­ğu Ri­ze Ar­de­şen'de ge­çer, Baş­ma­hal­le'de. Ma­hal­le de­di­ğin ya­ma­ca tu­tun­muş beş on ha­ne... Dik ya­maç­lar, de­re­nin di­bin­den te­pe­nin zir­ve­si­ne uza­nan çay­lık­lar, bir­kaç se­ren­der (ah­şap am­bar) ve sa­yı­la­ma­ya­cak ka­dar ağaç... Ha­run ilk mek­te­bi bu­ra­da bi­ti­rir son­ra Ar­de­şen İmam Ha­tip'ten (de­re­ce ile) me­zun olur. Gön­lün­de ga­ze­te­ci­lik ya­tar, Üni­ver­si­te­ye ha­zır­lan­ma­ya baş­lar. O gün­ler­de ak­ra­ba­la­rı "İs­tan­bul'a gel se­ni Tür­ki­ye Ga­ze­te­si­ne so­ka­lım" tek­li­fin­de bu­lu­nur­lar. Evet ga­ze­te­ci olur ama mu­ha­bir de­ğil, onu da­ğı­tı­cı ya­par­lar! Sa­ba­hın ala­ca­sın­da Be­şik­taş so­kak­la­rı­na dü­şer, ne bir ge­cik­me ne bir ak­sa­ma, gün doğ­ma­dan işi­ni ta­mam­lar. Bü­ro mem­nun, müş­te­ri­ler mem­nun, abo­ne­le­ri kat­la­na kat­la­na ar­tar. Gur­bet­çi­lik iş­te, Fa­tih'in dar ara­lık­la­rın­dan bi­rin­de, ru­tu­bet­li bir bod­rum ka­tın­da ka­lır­lar. Ağa­be­yi Sa­mi ile ay­nı oda­yı pay­la­şır­lar, ga­ri­ba­ne ar­ka­daş­la­rı­na şe­ker­li ma­kar­na­lar (!) ya­par. Gö­rü­nen bir prob­lem yok­tur ama Ri­ze bur­nun­da tüt­me­ye baş­lar. Bir gün la­ğım ta­şıp da oda­la­rı­nı ba­sın­ca sab­rı da ta­şar. Boh­ça­sı­nı top­la­yıp mü­dü­rü­ne çı­kar, "ba­na mü­sa­ade" der bü­yük bir ka­rar­lı­lık­la. Amir­le­ri onun gi­bi bir pır­lan­ta­yı kay­bet­mek is­te­mez, "git ta­ti­li­ni yap din­len ama mut­la­ka gel" der­ler, "ak­lın­da ol­sun, ha­ber ser­vi­si­ne adam arı­yor­lar." Ney­se gi­der, dö­ner, ga­ze­te­de işe baş­lar. Ona bir ma­sa gös­te­rir, tas­hih işi­nin in­ce­lik­le­ri­ni an­la­tır­lar. İyi ama o mu­ha­bir ol­ma­yı ar­zu­la­mak­ta­dır, ma­sa ba­şı­na tı­kı­lıp ka­la­maz. Kal­dı ki saf­kan Ka­ra­de­niz­li­dir, hem­şeh­ri­le­ri ile ko­nu­şur­ken Türk­çe baş­lar elin­de ol­ma­dan laz­ca­ya ka­yar. Ga­ze­te­mi­zin ilk mu­ha­bi­ri, ilk mu­har­ri­ri ilk mü­ret­ti­bi, ilk mu­sah­hi­hi ve son mu­ha­si­bi olan Mah­mud Am­ca bir gün onu ke­na­ra çe­ker, "se­ni böy­le n'ap­caz Ha­run" der, "Ar­tık İs­tan­bul ağ­zı ile yaz­ma­ya ko­nuş­ma­ya ça­ba­la!" Ha­run ma­ki­ne­li tü­fek gi­bi pat­lar "evet Mah­mud Emice be­nim mu­sah­hih­lik yap­mam çok mah­zur­lu, en iyi­si yol­la­yın gi­de­yim mu­ha­bir­le­rin ara­sı­na!" GE­CE ME­SA­İLE­Rİ Mah­mud Am­ca ses çı­kar­maz ama bel­li­ki bu­nu bir ye­re ya­zar. Bir boş­luk bu­lun­ca onu ge­ce­ci­le­rin ya­nı­na ka­tar. Ge­ce­ci­le­rin işi her­kes el ayak çek­tik­ten son­ra baş­lar, bun­lar tel­siz ba­şın­da mu­te­yak­kız bek­ler, ha­di­se ol­du mu fır­lar­lar. O gün­ler­de ge­ce ser­vi­sin­de Fa­ruk Çe­lik'in sö­zü ge­çer. Kan­ka­la­rı Sa­di Sö­zen ve Ah­met Sert ile sa­ba­ha ka­dar kay­na­tır­lar. On­la­ra da Ha­run gi­bi te­miz, ter­tip­li, me­su­li­yet sa­hi­bi bi­ri la­zım­dır. Yok­sa ser­vi­sin çi­vi­si çıkar. Fa­ruk "hep bir­lik­te tel­siz din­le­me­nin ne ma­na­sı var" der " var­di­ya­yı di­lim­le­re bö­le­lim. Bi­ri­miz din­le­sin di­ğer­le­ri din­len­sin." Ön­ce Ha­run Abi­den baş­la­nır, öbür­le­ri bat­ta­ni­ye­le­ri­ne bü­rü­nüp rü­ya­la­ra da­lar­lar. Sı­ra Fa­ruk'a ge­lir ama Ha­run ar­ka­da­şı­na kı­yıp da kal­dı­ra­maz. Ah­med'e ge­lir yi­ne do­ku­na­maz. Şu­nun şu­ra­sı sa­ba­ha ne kal­dı der işi­ne ba­kar. Fa­ruk nö­bet­çi vu­rur ka­fa­yı ya­tar, na­sıl ol­sa Ha­run var. Ah­met nö­bet­çi vu­rur ka­fa­yı ya­tar na­sıl ol­sa Ha­run var. Bir ge­ce de­ğil iki ge­ce de­ğil tam se­kiz yıl böy­le akar. Ger­çi tel­siz­ci­le­rin ku­lak­la­rı de­lik­tir, uy­ku­da sa­nır­sı­nız ama anons­ta­ki te­la­şı okur­lar. Bir an­da aya­ğa fır­lar "Kal­kın mil­let! Alem­da­ra­ğa cad­de­si, Ki­lim­ci­ler so­kak... Si­lah­lı ça­tış­ma" di­ye ba­ğı­rır­lar. AY­RI KU­TUP­LAR Di­ye­lim iş çık­tı... Ha­run Ağa­be­yin sır­tın­da ko­lom­bo trenç­kot, elin­de tel­siz. Ara­ba za­ten Re­no 12, bil­di­ğin po­lis şe­fi... İşin ters ya­nı di­ğer­le­ri ami­rim ami­rim der, ka­rı­şık iş­ler­de sır­tı­nı sı­vaz­lar­lar. Ki bun­la­rın ba­şın­da mak­tul evin­den ve­si­ka­lık fo­toğ­raf al­mak ge­lir, fo­ya çı­kar­sa kan akar. Ke­yif­le­ri ye­rin­de ise tel­si­zi alıp Dol­ma­bah­çe'ye ta­kı­lır­lar. Fa­ruk o gün­ler­de cı­va gi­bi­dir ele avu­ca sığ­maz. Ki­mi­nin ça­yı­na id­rar sök­tü­rü­cü ka­tar, ki­mi­nin ma­ki­ne­si­ni açıp fil­mi­ni ya­kar. Ner­den bak­sa­nız vu­ku­at, yap­ma et­me de­mek­ten Ha­run Ağa­be­yin di­lin­de tüy bi­ter, ya­ni o ka­dar. Til­ki­nin dö­nüp do­la­şa­ca­ğı yer yi­ne ga­ze­te­dir. Öy­le gü­zel bir kar­deş­lik ha­va­sı var­dır ki eşi­ğin­den ay­rı­la­maz­lar. Baş­la­rın­da Rah­met­li Et­hem Ağa­bey gi­bi bir bü­yük var­dır, ele geç­mez na­si­hat­ler ve­rir, ve­li­yul­la­hın men­kı­be­le­ri­ni an­la­tır on­la­ra. Genç­le­rin ka­nı kay­nar ama sırf Et­hem ağa­bey üzül­me­sin di­ye ara­la­rın­da­ki prob­lem­le­ri bi­ti­rir, yaş­la­rın­dan ol­gun dav­ra­nır­lar. Ga­ze­te­mi­zi bi­len bi­lir, bu­ra­sı iş ye­rin­den zi­ya­de bir ev gi­bi­dir. Ba­zen iç­le­rin­den ge­lir, yer­le­ri sü­pü­rür, cam­la­rı si­ler te­miz­lik ya­par­lar. Gün­düz­le­ri, mat­ba­ayı mekan tutarlar. Üzer­le­ri­ne va­zi­fe de­ğil­dir ama ye­rin­den kalk­maz bo­bin­le­re el atar­lar. Ne iş­tir bi­lin­mez, Ha­run gi­bi mu­ti, ses­siz, dü­zen­li bi­ri, Fa­ruk gi­bi yır­tı­cı ko­pa­rı­cı da­ğı­nık bir mu­ha­bi­ri dost edi­nir. Gö­rü­nüş­te ge­çin­me­le­ri için hiç­bir se­bep yok­tur ama iç­tik­le­ri su ay­rı git­mez. Sü­rek­li di­di­şir, çe­ki­şir­ler. Gö­ren on­la­rı kav­ga­lı sa­nır ama bir­bir­le­ri­ni öle­si­ye se­ver, di­zi tek­lif­le­ri­ni de be­ra­ber ve­rir­ler. Fa­ruk gi­bi gö­zü ka­ra bi­riy­le yo­la çı­kan um­ma­dık ga­ile­le­re, sür­priz ma­ce­ra­la­ra ha­zır ol­ma­lı­dır an­cak risk­li eşik­ler­den hep Ha­run'un ih­ti­ya­tı sa­ye­sin­de kurtulurlar. Köyüne kavuştun 
nur içinde yat...Üç­lü işba­şın­da... Ha­run ve Ta­ner a­bi Saf­ran­bo­lu'da. Ya Fa­ruk? On­suz o­lur mu? Ka­re­yi don­du­ru­yor. Köyüne kavuştun 
nur içinde yat...Ser­vi­sin ne­şe­si... İs­tih­ba­rat ser­vi­si­nin bir a­ra­da ol­du­ğu na­dir ka­re­ler­den bi­ri. Ha­run A­bi mec­li­se ne­şe ka­tı­yor. Köyüne kavuştun 
nur içinde yat...HAZIR KITA Ha­run Abi­nin 7 yıl­dır kul­lan­ma­dı­ğı filmli ma­ki­ne. Ama hiç­bir şey ek­sik de­ğil. Çan­ta­yı ka­pıp çı­ka­bi­lir­si­niz pe­ka­la.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.