Kayıp gelecekler…

A -
A +
Bugünlerde gergin insanlar sadece politikacılar ile sınırlı değil.
Güneydoğuda yaşananlar, su baskınları, yan baktın cinayetleri, sevgilisini kesip poşetleyenler asap bozucu. PKK'nın taşkınlıkları yeni sorunlar üretiyor. Bunalan insanlar bunalımsız bir dünya arıyor ama bu kolay değil. Çıkar yol bu dert yumağını parçalara ayırmak.
Usta sinemacı Franc Capra 1937 yılı yapımı "Lost Horizon" filminde iki dünya savaşı arasında sıkışan insanlık için bir umut aramakta. 1937 şartlarına rağmen bugünden farkı yok ve izlenmeye değer bir başyapıt.
İnsanların açgözlülüğü ve acımasızlığından uzak, ütopya olarak bir ülkeyi anlatmaktadır.
Filmde birkaç diplomat saldırı altındaki Uzak Doğu'dan bir grup arkadaşı ile kaçmaya çalışmaktadır. Kendisi ile birlikte birkaç insanın da bulunduğu uçak nasıl ve neden olduğunu anlamadan kaçırılır. Uçak, iklimi soğuk bir ülkede düşer pilot ölür ve kendileri de ölümü beklerken bir grup yerli tarafından kurtarılırlar.
Yerlilerin onları alıp yüksek bir dağdaki geçitten geçirip götürdükleri yer henüz dünya tarafından keşfedilmemiş olağanüstü güzellikteki Shangri-la adlı bir ülkedir.
Grup önce buradan kaçmaya çalışır ama sonra burada hayatın gayesini bulurlar.
Uzun, güzel, kavgasız bir hayat yaşamak... Bir insan daha başka ne isteyebilir ki?
Yaşadığımız bugünkü dünyada, açgözlülük, acımasızlık doyumsuzluk, hayal kırıklıkları, geçim sıkıntıları da insanlara farkına varmasa da Shangri-la misali kayıp ülkeleri aramaya çıkarıyor.
Ama ve ne yazık ki çoğumuz yanlış adreste... Bu umut ülkesini oturduğumuz yerden, beyaz bir camın arkasında arıyoruz.
Genç yaşlı, kadın erkek fark etmeden saatlerce Beyaz Camdan Buzulların arkasında aramaya çıktığımız seyahatten eli boş yorgun ve kızgın olarak tekrar oturduğumuz koltuğa dönüyoruz.
Arkada bıraktığımız sorunları daha büyümüş olarak kendimizi bekliyor buluyoruz.
Aradığını bulamayanlar, bu defa daha yüksek rakımlarda yolculuk ile çıkış arıyorlar.
Ekran karşısında sürekli deniz suyu içip hararetlerini artırıyorlar. Çıktıkları her yolculuk onları hem gerçek dünyadan hem de hayatı paylaştıkları aile bireylerinden soğutup biraz daha uzaklaştırıyor.
Yaklaşık otuz yıl önce başlayan bu uyuşturucu seanslarıyla yüzleşme zamanı geldi geçiyor.
Evet, insan her zaman sadece var olmakla kalmaz, ne olacağına ne yapacağına da karar verir ama hangi yönde adım atacağını zihnini doldurduğu bilgi belirler. Gideceğimiz yön,  bizim hangi mutfaktan zihnimizi beslediğimize bağlı.
İzlediğimiz yalanlar tekrarlanınca bizim hakikatimiz hâline geliyor.
Arada bir diziler, eğlence programlarının toplum değerleri ile olan kavgasından rahatsız olan izleyicilerden gelen şikâyetlerden rahatsız olanlarda yok değil.
Ama rahatsız olanlardan rahatsız olanlar var... Bir toplantıda değişimi anlatan merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a özel kanallarla ilgili olarak yapılan bir şikâyete  "Allah sana beyin, teknolojide uzaktan kumanda vermiş, eğer ekranda gördüğün görüntü seni rahatsız ediyorsa elindeki kumanda cihazının düğmesine basıp başka kanala geçebilirsin" dediğini naklediyor.
O yıllarda hayli dalaşma konusu olmuştu bu söz.
Tabii bu şikâyetler, değerlerine, inançlarına, hayat tarzına yapılan tecavüzlerden rahatsızlık duyup, aşağılandığı zannı ile işini gücünü bırakan insanların hazımsızlığı olarak algılanıyordu.
Halen de öyle zannedenler var. Ama şimdi iş daha kızıştı... 
Ekran yalanları ile değerleri arasında sıkışan insanlar bir umut ülkesi arıyor.
Bozuk çamaşır makinesini sırtlayıp tüketici haklarına şikâyete koşma hakkı verdiğiniz insanların -müsaade edin de- tarihini aşağılayan, eğitim yuvalarını meşk mekânı zannedenleri de şikâyete hakkı olsun.
Hangisinin tahribatı daha büyük?
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.