Fareli köyün kavalcısı

A -
A +

Lağımdan, kokudan çok çeken Londralılar büyük paralar harcıyor, âdeta bir şehir kuruyorlar yerin altında. İşte bu şehir farelerden soruluyor.

Londra’dayız. Hyde Parkı turluyoruz dostlarla. Güvercini, serçesi etrafımızı sarıyor bir anda. Koyversen tepene çıkacaklar, bu ne samimiyet ya?
Kışt mışt nafile, aldırmıyorlar da.
Meğer açmış garipler, boğazlarından geçecek bir şey dileniyorlarmış yalvara yakara.
Bu kadar da olmazki ama. Kuğu gibi asil bir hayvanı bile arsız etmişler sonunda.
Peki bişeyler atsak? Hani simit martı hesabı, şöyle savuruversek havaya…
Sakın ha diyorlar, asla!
-Niye?
-Yasak. Fareler gelir sonra.
-Gelsin ondan mı korkacağız.
Meğer kazın ayağı öyle değilmiş, yerin üstü kraliçeden, altı farelerden soruluyormuş bu diyarda. 
BİG PROBLEM
 Efendim Thames güçlü bir nehir, bariyerlerle dengeliyorlar da zor tutuyorlar yatağında. Sadece gelgitle 2 boy yükseldiğine göre, var derinliğini sen hesapla.
Bizim ecdadımız şehrini bayıra kurar malum, Avrupalı ise ilişiyor nehir kıyısına. İngilizler de öyle yapıyor. Ancak akıntı lağımı taşımaz oluyor zamanla. Bir taraftan kazurat bir taraftan sanayii atıkları derken koca nehir dönüyor kanalizasyona.
Tutup Michael Faraday’ı çağırıyorlar “aman kâşif derdime bir çare!” Faraday kayıkla açılıyor, boza kıvamına gelen suda kesafet ölçüyor. Dibi üstünden de beter çıkıyor. Malum koku, mazgallardan yükselip evlere doluyor, ciğer çürütüyor âdeta. Düşünebiliyor musunuz Viktorya döneminde Londralı bebeklerin sadece yarısı hayatta kalabiliyor.
Nehre uzak semtlerde ise atıklar çukurlarda biriktiriliyor ki 17 asırda Londra’da 2 yüz bin lağım kuyusu olduğu sanılıyor. Zaman zaman metan sıkışmasından patlıyor, alev alıyorlar.
Sıkıntı İngiliz edebiyatına da aksediyor, George Godwin ve Charles Dickens kalem oynatıyor bu mevzuda.
PERŞEMBENİN GELİŞİ…
 Temmuz- 1858
O yaz sıcaklık mevsim normallerinin üzerinde seyrediyor. Thames’in seviyesi düşüyor, necaset adacıkları yükseliyor nehir yatağında. Koku dayanılır gibi değil, Kraliçe Victoria ve Prens Albert tertipledikleri sandal sefasını tamamlayamadan dönüyorlar saraya. “Hindistan’ı fethediyor, dünyanın öbür ucunda kolonize oluyor, en düşük faizler borç verebiliyoruz ama” diyorlar “Thames’i temizleyemedik hâlâ.”
İğrenç koku yüzünden Avam kamarasında da çalışmalar aksıyor. Adacıkların üzerine kireç serpiyorlar ama ne fayda.
Ve olan oluyor, kolera illeti yayılıveriyor. Sadece ağustos ayında 10 bin insan hayatını kaybediyor, tabutlar diziliyor yollara.
Peki tifo, tifüs, veba? 
Hele dur, onlar da bekliyor sırada.
Bakıyorlar işin şakası yok, oturuyorlar masa başına.
Ellerinde tecrübeli inşaatçıları var ve yeni yeni malzemeler düşmüş pazara. Mesela Portland çimento diye bir şeyden bahs olunuyor ki, taş kesiliyormuş donunca.
BÜYÜK PROJE
 Neyse yaptığı demir yolları ile tanınan Joseph Bazalgette adlı bir mühendiste karar kılıyorlar. Bir dediği iki olmuyor, ne isterse önüne konuyor.
Mr. Joseph atıkları pompalarla yükseltip yer çekimine taşıtmayı hedefliyor, şehrin altına eğimli kanallar yapıyor boydan boya. Küçük akarsuları da bağlıyor, suyu suyla ittirip taaa Kuzey Denizi’ne yolluyor. Su şebekesi de elden geçiriliyor, imalathaneler, mezbahalar ıslah ediliyor bu arada.
O günün imkânları ile derin çukurları kuşaklamak kolay değil, zaman zaman göçükler yaşanıyor. 1859-60 kışı ağır geçiyor sonra, havalar ısınıyor işçiler greve gidiyor bu defa.
Mr. Bazalgette nüfusun artabileceğini düşünerek, projeyi büyük tutuyor. Bu iş bir kere yapılır zira.
Neyse... İnşaatta 318 milyon tuğla ve 880 bin yarda küp (İngiliz’in garip ölçüleri) harç kullanılıyor. 2.4 milyon sterlin tutması hesaplansa da 6. 5 milyona mal oluyor. Ama nefes alıyorlar sonunda.
Zikrolunan sistem aradan geçen 1.5 asra rağmen kullanılıyor hâlâ.
Buraya kadar iyi. Ancaaak.
Fareli köyün kavalcısı

DAVETSİZ MİSAFİRLER 
 Ancak beklenmedik bir şey oluyor kanallar farelere mekân oluyor. Hatta borulardan geçip klozetlerde görünüyorlar.
Derken efendim o çok övündükleri Underground (metro tünelleri) uğruyor istilaya... Hayvan n’apsın, kendine bahşedilen imkânları kullanıyor doya doya. Sayıları her dakika 70 adet artıyor ki, siz bu yazıyı bitirene kadar en az 300-400 yeni eleman inmiş olacak sahaya. Sonra?
Sonra da onlar doğuracak, işleri rast giderse ikişer bin kişilik koloniler kuracaklar önümüzdeki yıla.
 Elbette sayım yapılmadı ama Londra’nın altında 60 milyonu aşkın farenin yaşadığı tahmin ediliyor. Şehrin yerlileri “You are never more than twenty feet away from a rat in London” diyorlar “yani bir fareden taş çatlasa 20 ayak (5 metre) uzakta olabilirsin. Sağın solun önün arkan sobe, adım adım izleniyorsun şu anda.
Hani diyorum, bari kedileri toplatmasaydınız di mi ama…
Ünlü hikâyedir, aynen böyle farelerden bizar olan bir köy kendilerini kurtaracak kahramana para vadediyor. Adamın biri “o iş kolay” diyor, “vadinizde duracaksınız ama!”
Muhtar her haneden bir altın toplayıp koyuyor ortaya. Garip yabancı “tamam anlaştık” diyor kavalının nağmeleri ile fareleri cezbedip peşine takıyor. Sert akan bir dereden karşıya geçiyor. Hayvancıklar kapılıyor akıntıya...
Dönüp geliyor ama muhtar keseye kıyamıyor, eh fareler de ortadan kalktığına göre, enayi değil ya?  Sen misin yanlış yapan? Yabancı yine kavalına sarılıyor, bu defa köyün çocuklarını takıyor ardına... Gerisini bulun okuyun, hiç kusura bakmayın yerim bitiyor....

Fareli köyün kavalcısı

 Yağın görünen kısmı “Fatberg”

Londra’nın derdi sadece fare olsa iyi, son günlerde bir de “fatberg” derdi sarıldı başlarına.        Biliyorum çoğunuz “what” diyecek “fatberg de ne ağa?”
Şöyle anlatayım domuz yağı tez donuyor malum, kanalizasyonlarda ıslak mendillere dolanıp topaklanıyor. Kılı tüyü derken otobüs büyüklüğüne erişiyor bir anda. (Kanalı tıkayan domuz yağı damarı ne yapar acaba?) Belediyeciler sadece kendi bildikleri kapaklardan tünellere iniyor, kitleyi parçalıyorlar.
Niye sadece kendi bildikleri?
Çünkü kanallar suikastçılar tarafından da kullanılabilir pekala.
Mesela 17. yüzyılın başlarında, Kraliyet, Katoliklerin haklarını sınırlandırıyor. Onlar da Robert Catesby liderliğinde teşkilatlanıp kanlı eylemler planlıyor. İlk elde Westminster Sarayı’nı (Parlemanto Binasını) uçuracaklar havaya. Hem de aristokratların toplandığı anda. Nitekim meclis binası yakınlarından bir mahzen kiralıyor barut fıçılarını diziyorlar yan yana. Ancak militanlarından biri sarayda çalışan akrabasına kıyamıyor “sen yarın işe gelme emi” deyince şüphe çekiyor.
5 Kasım 1605 sabahı, komplocu Guy Fawkes barut fıçılarıyla yakalanıyor. Ağır işkence gördükten sonra asılıyor. İbret-i alem için parçalara ayırıyor, takıyorlar kancalara.         31 Ocak 1606         (evet Avrupa’da)
İngilizler hadisenin sene-i devriyelerinde meydanlara çıkıyor. Fawkes maskeli maketleri ateşe veriyorlar, kahkaha ve çığlıklarla. 
Artık nasıl bir zevk varsa adamlarda...

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.