"Bu dünya, Doğan Bey'e dar olacak demiştim!.."

A -
A +
Doğan’ın sırtüstü yattığı yerde ayaklarını, ellerini demir zincirlerle bağladılar!..
 
 
Kâbus emir verdi:
- Akıncı beyi, bize diri lazım. Öldürmeyin onu!
Haber, şövalyelere ulaştırıldı. Emir derhal yerine getirildi.
Doğan’ın sırtüstü yattığı yerde ayaklarını, ellerini demir zincirlerle bağladı, yayını, oklarını, kılıçlarını, bıçak, şiş ve diğer silahlarını aldılar. Bütün elbiselerini çıkardı, sırtındaki yaraya kalın bir bez tıkadı, kabaca sardı, çeke, sürüte götürdüler.
              ***
Burası zifiri karanlıktı. Yakup aleyhisselam kıssasında olduğu gibi kuyuya atılmış Yusuf gibi hisseti kendini. Hiçbir ışık görmüyordu. Nefesini kesti, etrafını dinledi Doğan Bey. Uzaktan gelen ayak sesleri duyar gibi oldu. Dikkat kesildi. Demir kapı zorlanarak yeniden açıldı. Birini daha çuval gibi yuvarladılar içeri. Kapıyı şangır, şungur çekip, kilitlediler.
Bulunduğu yerde debelenenin çıkardığı sesleri takip edip, sürünerek yaklaştı. Elini dokundurarak sordu;
- Kimsin?
Doğan’ın sesini tanıyan Boğa Hasan;
- Benim yiğidim.
- Üryan’a ne oldu, nerede?
- Yakalanacağımızı anlayınca elini ayaklarını bağladım Hurufiler gibi. Zannediyorum onu serbest bıraktılar. Çünkü muhbirlerin hesaplarında öyle biri yoktu.
İki samimi arkadaş üzgün bir şekilde nasıl yakalandıklarını anlattı, ağlaştılar hâllerine, bir Osmanlı beyi tarafından arkadan vurulmaya ve önemlisi, kardeşin kardeşe düşmanlığına.
            ***
Erkara, vazifesini tamamlamanın memnuniyetiyle kendine hediye edilen altınları da alarak bir an evvel Bursa’ya ulaşmak istiyordu. Doğan’ın öldürüldüğü duyulduktan sonra ortaya çıkması hâlinde şüphelenebilirlerdi. Bu duruma düşmemeliydi. Aşır ve Palabıyık’ı kızlarla sarmaş dolaş şarap mahzeninde buldu. Yarı sarhoş, yarı uyanık çeke sürüte dışarı çıkardı. Başlarından aşağı buz gibi su dökerek iyice uyanmalarını sağladı.
Tepeden tırnağa silahlı üç kafadar, güneşin doğduğu ufuklara doğru atlarını kamçıladılar. Gümüş söğütlerin gizlediği derenin şırıltısına karışan nal seslerinden konuşmaları tam anlaşılamıyordu.
- Bana, Erkara derler! Benim sözüm sözdür! Bu dünya, Doğan Bey'e dar olacak demiştim! Hahhaaa hah!.. Eh, bu arada tabii… Güzel Gülşah da bana yâr olacak!
- Vezirlik de senin olacak!.. diyen Aşır’dan geri kalmak istemeyen Palabıyık da yalakalık yarışına girdi;
- Her şey sana helâl olsun vezirim!
- Seninle baş edecek adam anasının karnından doğmuş değildir!
- Sen vezir değil, padişah olacak adamsın beyim.
- Haydin bakalım, keyfini çıkaralım zaferimizin… Gidiyoruz…
- Bekle bizi Bursa!
- Bekle beni Gülşah, geliyorum! diyerek atını topukladı Erkara.
Kâbus’un şatosu, kestane ağaçlarının arasında çoktan kaybolmuştu. Gizli, aşikâr o kadar çok işler çevirmişlerdi ki bu üçlü, birbirlerinden ayrılamıyordu. Belki de sırtlarını dönemiyorlardı. Adam gibi adam olan Doğan Bey’i, hiçbir ciddi sebep yokken arkadan vuran mantık, kendilerine niye dürüst davranacaktı ki. Büyüklerinin dediklerine inanmayıp, kısır akıllarınca hareket edenlerin felaketi de çok dehşetli olacaktı elbette. Hayatları hep kaçma, gizlenme ve tehlikeler içinde geçiyordu. Bir avuç kişiydiler. Koca bir kitleye ne kadar karşı koyabileceklerdi. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.