Nereye, niçin gittiğini de bilmiyordu Doğan Bey!

A -
A +
Yürüdü… Yürüdü… Ağlamak istedi, beceremedi. Kalbi de beyni de taş kesilmişti. 
 
Zalimlere hak ettikleri cezayı vermek için kesin öldürmek niyetiyle geldiği bu yerlerden eli boş mu dönecek, hedefinden vaz mı geçecekti? Yoksa ne olursa olsun zulüm işleyenlerin durumuna mı düşecekti? Kendisini kutsal bir maksat için bu kadar zorluklara atması, tehlikeler yaşaması boşuna mıydı? Cennet misali memleketinden, sevdiklerinden, evinden-barkından “Ya şehit, ya gâzi olmak” niyetiyle çıkmamış mıydı? Yıldırım Han’ın söyledikleri hep uydurma şeyler miydi?
İlk günlerde topladığı bilgiler onu perişan etmiş; bu beklenilmeyen, tereddütlerle dolu noktaya getirmişti.
Geriye giderek soru işaretleri uyandıran tutum ve davranışları daha bir baştan sentezlemeye, yeniden yorumlamaya başladı. Emîr Sultan hazretleri, Timur Han hakkında kötü tek bir kelime söylememişti. Her sefere çıktığında yaptığı gözü yaşlı duaları nedense bu sefer yapmamıştı. “Sağlıklı git, gel…” demekle yetinmişti. Biraz daha zorladı muhayyilesini. Hâfız Molla... Evet, Hâfız Molla da; “Timur’un kellesini getirmeye gidiyorum…” deyince dehşet dolu gözlerle “Ne?” demiş, sonra toparlanarak, “İnşallah hayırlara vesile olur…” diye dua etmekle çelişki sergilememiş miydi? Timur Han için kötü, zalim diyenlerin hepsi de namazda, niyazda gözü olmayan tuhaf insanlar değil miydi? “Güya dava arkadaşlarım, ya bu palavracılara ne demeli?”
Yürüdü… Yürüdü… Ağlamak istedi, beceremedi. Kalbi de beyni de taş kesilmişti. Bütün bedeninde onun ağırlığını duyuyor, karabasan görmüş gibi bir şey yapamıyordu. Handan epey uzaklaşmıştı farkında olmadan. Derelerden, tepelerden, üzeri buz tutmuş çaylardan, daha nice bilmediği yerlerden geçti. Kafası devreden çıkmış, her şeyi ayaklarına bırakmıştı. Bir rampaya gelince zorlandı nedense. Burası daha dikti. Biraz hızlanmak istedi, olmadı. Demek iyice yorulmuştu. Nereye, niçin gittiğini de bilmiyordu. Önüne gelen iri bir kayanın üzerine çıktı. Uzaktan kurt, çakal ulumaları geliyordu. Her tehlike anında yaptığı gibi eli kılıcına gitti. Kabzasından tuttu. Ne düşündüyse tekrar bıraktı.
Karanlık içinde daha karanlık ağaçlar, masallardaki devler gibi ağır ağır sallanıyordu. İşittiği seslere doğru var gücüyle bir hamle daha yaptı. Gidebildiğince yürüdü. Takati kesilene kadar yürümek istiyordu. Başka türlü rahat edemeyecekti çünkü. Hele o tavuk kümesi gibi odacığa hiç hapsolmak niyetinde değildi.
Mağara ağzı gibi bir kaya boşluğundan geçti. Serin bir rüzgâr yüzüne çarpınca uyuşukluğu dağılır gibi oldu. Etrafına daha bir mânâlı baktı. Birkaç gün önce kendilerini misafir eden keçi kılından yapılmış, kocaman örme bir ev gibi duran çadırı tanıdı. Nasıl gelmişti buralara farkında olmadan?
Evet, aşina olduğu bu ilk mekâna yorgun bedenini atmaktan başka çaresi kalmamıştı. Nereye gitse de sorular yakasını bırakmayacaktı. Fakat verilecek doğru cevapları bulamıyor ve yolunu net seçemiyordu. Mesele de oydu zaten.
Eski yattığı ottan şiltenin üzerine yıkıldı bir çuval gibi. Açık kapıdan gökyüzü ve kara bulutların arkasından çıkmakta olan dolunay görünüyordu olanca ihtişamıyla. Gümüş bir tepsi gibi büyüdükçe de bir nur kapladı etrafı. Rahatladı. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.