“Ne yapıyorsunuz arkadaşlar? Lütfen kendinize geliniz!..

A -
A +
Bu kargaşayı başından beri uzaktan takip eden Canali, oldukça korkuyordu...
 
Kendir saplarından örülmüş hasırdan büyük kapı perdesinin aralığından, yol arkadaşlarının hâlini gören Doğan Bey, karşılaştığı kavganın daha kötü neticeler doğurmaması için vakit kaybetmeden koştu, araya girdi. İş büyümeden, bir felâkete dönüşmeden ayırdı.
“Ne yapıyorsunuz arkadaşlar? Lütfen kendinize geliniz!”
“Özür dilerim Doğan Bey!”
“Bu hâli başkaları görürse ne deriz?”
“Oldu bir kere bağışlayın!”
“!!!”
“Lütfen efendim!”
“!!!”
Bu kargaşayı başından beri uzaktan takip eden Canali, oldukça korkuyordu. Doğan Bey’i aralarında görünce de hepten ödü patladı. İki azgın merkebin arasında kalmış cins bir tay gibi ezilecekmiş hissine kapıldı. “Sen gitme! Vahşi, insan azmanlarının arasına katılma ne olur?” demek istediyse de cesaret edemedi.
Ortalığı yatıştırdıktan sonra odasına çekilen Doğan Bey, tiftik kalpağını çıkarıp başına gösterişsiz namaz takkesini geçirdi. Sıkıntılarından uzaklaşmak istediğinde her zaman yaptığı gibi seccadesine oturdu, boynu bükük “Yasîn-i şerîf” okumaya başladı.
Derinden dokunaklı ve belirsiz bir ağıt gibi duyduklarından mı, biraz önce iki edepsizin dalaşmasına şahit olmasından mı ne loş iç avluda gezinen Canali, fena sarsılmıştı. Telâşı ayaklarından ellerine, görünmeyen samimiyet ve endişesi ise yaş olup gözünden yüzüne ve buz tutmuş yerlere akıyor, taşlaşıyordu...
               ***
Otağın tepesinde gök mavisi zemin üzerinde üç beyaz yuvarlaklı bir bayrak, uçmaya can atan bir kartal azmiyle çırpınıyordu. Binlerce kişilik ordunun çadırları, şehre inen tepenin geniş eteklerinde kaleye çıkan yolun sağındaki sık çam ağaçlarının arasına kurulmuştu. Dışarıdan bakan, yanan ocakların çıkardığı dumanlardan başka bir şey göremiyordu. Dağlar kadar istif edilmiş otlar, üst üste konmuş saman, arpa çuvalları Çin hisarları gibi görünüyordu. Yerlere kazıklanmış üzeri çullu cins atlar, yabancı kokular duyar gibi sık sık kişniyor, toynaklarıyla kazmaya çalıştıkları buz tutmuş köklerin ince kısımlarını kemiriyordu. Dallarda sırmalı keçeler, başı püsküllü kamçılar, rengârenk halı, heybeler, muhtelif dizginler, meşin eğerler, kemik saplı kınlarında kılıçlar, türlü kalkanlar asılıydı.
Cemaatle kılınmış akşam namazından dağılan neşeli askerler, irili ufaklı çadırların arasından gülüşerek geçiyorlardı. Uzaktan yakından verilen emirler, çağrılan isimler, sorulan sorular, cevaplar, bir iş, alışveriş, kalın ince sesli kahkahalar, birkaç söz... Başlayacak gece sessizliğini bozuyor, atların yakınında itişen gençlerin bağrışmaları duyuluyordu. Çifte bronz direklerin dibindeki sarı sırmalı, kahverengi çadırın kapısı önünde mızraklı, her biri bir dev gibi iri cüsseli muhafızlar nöbet tutuyordu. Büyük bir şiltenin üzerine serili kaplan postuna bağdaş kurmuş, kehribar üç sayı tespihini çeken burma bıyıklı, iri pehlivan vücutlu, gözleri çakmak çakmak ateş nazarlı Mahmut Han, kara şahane gözlerini, Yıldırım Han’dan kaçarak “aman dileyen” beylere dikmiş, muhbirin anlattıklarını dinliyordu... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.