Pencereden giren bahar rüzgârına yüzünü döndü

A -
A +
Bu güngörmüş, muhteşem koca, cesur devlet adamı Emîr Timur Han’dı.
 
Sırma işlemeli pencerenin önündeki birkaç kat kaz tüyü şilteye gayet naif, oldukça kibar, bir o kadar da zinde bir ihtiyar oturmuştu vakarla. Bu güngörmüş, muhteşem koca, nice imparatorlukları, krallıkları bitirmiş, nice zalim hanları, hakanları dize getirmiş cesur devlet adamı Emîr Timur Han’dı.
Karların eridiği, buzların çözüldüğü, suların türlü şelaleler oluşturarak aktığı bu coşkun ilkbahara, bütün varlığıyla uyanan canlı hayata dargınmış gibi arkasını çevirmişti. Zekâ fışkıran kara gözleri köşe bucak edeple oturanların üzerindeydi. Karşısında, bir başka şiltede esmer, sempatik bir genç, önündeki deri kaplı kitaba bakmadan yanık ve etkileyici bir sesle aşr-ı şerif okuyordu. Çadırın açılan penceresinden içeriyi, türlü kır kokuları dolduruverdi. Kuş cıvıltılarına karışan ılık nisan rüzgârı dur durak bilmeden uğulduyor, herkes sessiz, sakin ruhanî bir teslimiyet içinde öyle dinliyordu...
Bu ihtiyar, tecrübeli, gönlü Allah aşkı ve Peygamber sevgisiyle dolu hükümdar, dünyayı bir baştan öbür başa kirleten küfür pisliklerini kaldırmaya pek kararlıydı. Yaşını tam bilen yoktu. Saçının sakalının ağarmasına göre kimi yetmiş, bazıları da yetmiş beş falan tahmin ediyordu. Oysa O “Sevgili Peygamberimizin yaşında olmakla şereflendim…” diyor, mutlu oluyordu. Otağın köşelerinin hafif alaca karanlığından bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini, karşısındaki genç hâfızda sabitliyordu... Birden, dişlerinin inci gibi sıralandığı düzgün ağzını açtı. Sağ elinin tersiyle kapatmasına rağmen yine de esnedi. Bir delikanlı uzvu kadar güçlü, pençe gibi iri elini başına götürdü. Kahverengi sarığının altında daha beyaz görünen saçlarına dokundu. Elinde olmadan yine esnedi. “Galiba sabaha kadar gözümü kapatmamın cezası” dedi. Açık pencereden giren hafif bahar rüzgârına yüzünü döndü. Böylece uyumasına mâni olacak, anlı, şanlı beylerinin yanında toparlanıp manevi ziyafetten de yeteri kadar istifade edecekti. Karmakarışık kafası epeyce rahatlamıştı.
Kuşların güneşle birlikte başlayan bitmez cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları, nihayetsiz, elvan elvan bir sabah, dinlediği sele büyüyor, büyüyordu. Yıldırım Han’dan gelen mektubu ve muharebe hazırlıklarını hepten unutmuş, çevresinde pervane dönen hizmetçileri görmüyordu bile. Huşuyla okunan Kur’ân-ı kerîm, onu başka âlemlere alıp götürmüştü. “Sadakallahül azîm” diyen hâfızın son cümlesiyle kendine geldi, döndü. Yavaş yavaş doğruldu arkasına dayandı.
“Yavrum, niçin sustun?” dedi.
“!!!”
“Biraz daha oku. Çok rahatladım…”
Genç, esmer hâfız, yeni neslin kıraati en düzgün, sesi gür, yanık ve içli olanların başta gelenlerindendi mutlaka. Fakat bilen yoktu. Otağdakilerle birlikte koca Hakan’ı âdeta büyüleyen bu genç susmamalıydı. Verilen emir üzerine ihlaslı olanları asla tatmin edemeyecek olan ebedî kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından ayırmayarak kaldığı yerden devam etti. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.