“Bizim için felâket! Ankara’da gençlerimiz hep kırılmış!..”

A -
A +
Muhterem ve muhteşem sultanları Yıldırım Han ve müreffeh memleketleri tehlikedeydi!..
 
Sarıkız, arkadaşının pürüzsüz güzel yüzüne şefkatle baktı:
“Başımıza ne kötü bir tuzak kurulmuştu? Cenâb-ı Allah bu musibetten kurtardığı gibi inşallah bunlardan da halâs eder” diye içinden dua ederken gidip de geri gelmeyesi o günleri hatırladıkça tüyleri diken diken oluyordu. Şimdi de muhterem ve muhteşem sultanları Yıldırım Han ve müreffeh memleketleri tehlikedeydi. Otuz altı haftadır mütemadi, ağır, bitmez tükenmez bir inatla bekledikleri ümitleri solacak mıydı? Dişten, tırnaktan arttırarak biriktirdikleri tek servetleri ‘sabır’ denilen cevher ummadıkları bir anda ellerinden alınıyor muydu yoksa? Dünyada en ziyade sevilmesi icap eden bir kardeş devlet tarafından padişahlarının küçük düşürülüp esir edilmesi, mallarının ve huzurlarının insafsızca çalınması onları birdenbire çökertmiş, birkaç gün içinde kollarını kanatlarını kırmıştı. Uzun zaman hasretlik içinde kadın kadına yapayalnızmış gibi kalmalarına rağmen, bütün olumsuzluklara aldırmamış, ümitsiz vakalarda bile cesaretleri kırılmamıştı. Kıymetli Süleyman Çelebi ve Beyazıt Paşa’dan aldıklarıyla intizam ve iktisat içinde soğukkanlılıkla, huzur içinde yaşıyorlardı. Gel gör ki musibetlerin biri bitmeden diğeri çıkıyordu. Dünyada tam bir rahatlık yoktu. Olmayacaktı da zaten. Uzun bir dalgınlıktan sonra Sarıkız;
“Bebek Çelebi uyuyor” diyebildi dudakları titreyerek.
“İyi ya Sarıkız, canım kardeşim! Siz küçük yiğidimle beklerken biz de bir şöyle dolaşıp gelelim. Hı, ne dersin?”
“Güzel olur derim ahretliğim.”
Bu arada ellerini kurulayarak Meryem de çıkageldi;
“Dışarıda ne yapacağız? Bir işimiz mi var?”
“Yok.”
“Eh!”
“Doğan Beyin doğduğu gün de...”
“Doğan ha…”
“Evet!”
“Koca Doğan.”
“Koca değil!”
“Kocaman! Aslan parçası…”
Güzel Gülşah, ayrılığı bir ömür kadar uzun gelen yiğidini engin tevekkülle beklemiş, ümitlerini hiç kaybetmemişti. Sağdan soldan gelen yorumlara, söylentilere, ah vah etmelere aldırış etmemişti. Yine de etmeyecekti. O kalbinin sesini dinliyor, bebeğiyle teselli oluyordu. En çok zoruna giden ise ‘Doğan’ ismini yaşatmak için biricik yavrusuna koymak istemelerineydi. “Ad kıtlığı mı vardı koca Osmanlı diyarında?” Ne kadar hayıflanmıştı. “İyi ki fazla ısrar etmediler. Şimdilik ‘Çelebi’ diyorlar. Hele bir ortalık durulsun. Emir Hazretleri’ne gider, Doğan Bey’imin en güzel hâtırasını kucağına verir. ‘Efendim ismi sizden, ömrü de yüce Rabbimizden...’ der, geliriz.” diye düşünüyordu. Diğer arkadaşlarının aksine Bursa’da yaşadığı hâlde oturduğu memleketin hiç bu hâle geleceği aklının ucundan bile geçmemişti. Dışarıdaki kalabalığı işaret ederek;
“Ne bunlar?” dedi Gülşah. Fazla beklemeden cevapladı Sarıkız:
“Ne olacak bizim millî felâketimiz! Ankara’da gençlerimiz hep kırılmış!” dedi. Gözlerinden billur gibi yaşlar süzülüverdi.
“Söylenenlere fazla aldırma… Hem onlar ölmediler. Şehit oldular.”
“Elbette, tabiî ki şehitler… Ama yine de lakayt kalamıyorum. Elimde değil Gülşah Bacım?”
“Elimizde olmasa da bize kavi durmak yakışır…”
“Doğru… Yiğitleri seferde olanlar dik durmalı” diye ilâve etti Meryem de.
“Ey, pek âlâ…” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.