Kendi kendine söylenen Gülşah perişan olmuştu!

A -
A +
“Ey Bursa ahalisi! Çelebi Mehmet, Yıldırım Han’ımızın vekili olarak tahta oturmuştur...”
 
“Bir şey olmamış gibi duramayız lâkin dövünüp yakınmak da bize yakışmaz. Yiğidimin doğduğu günü, bu seneden itibaren kendime ‘bayram’ yaptım. Bak her taraf onun güzel kokusuyla dolmuş...” diyen Gülşah, havayı koklayarak derin bir nefes aldı. Ciğerlerini şişirdi, boşalttı defalarca.
“Senin bayramın bizim de bayramımız sayılır.”
“Teşekkür ederim Sarıkız kardeşim, ahretliğim.”
Gülşah Hanım fazla bir şey demeden kalktı, Meryem’e bir göz atıp yürüdü. Ortadaki boş masaya elini dokundurarak geçti. Pencereye yaklaştı. Kayıtsız bir tavırla dışarı baktı. Sonra;
“İyi...” dedi belli belirsiz. Daldı uzaklara. Bu arada Meryem de gelmişti yanına:
“Bana bir şey diyordun yarım kaldı, buyur Gülşah’ım.”
“Canım dışarı çıkmak istiyor. Sanki oralarda bir yerde Doğan’ımı göreceğim gibi bir his var içimde. Duygularıma mâni olamıyorum. Haydi, çıkalım...”
“Benim biraz işim var. Çok istiyorsan Sarıkız’la çık!”
“Gel işini bırak Meryem. Bu büyük günümde yanımda ol.”
Ciddî kadın can arkadaşının bu çocukça arzusuna güldü:
“Herkes iki gözü iki çeşme kan ağlıyor. Büyük günden bahsediyorsun. Senin kendi kendine ilân ettiğin bayramdan bana ne?”
“!!!”
Cevap beklemeden hızlı adımlarla odadan çıkan Meryem’e bakan Gülşah, buğulu gözlerini alçı duvarlardan oymalı tavana kaldırdı. Başının ağrısı, ayaklarının sızıları sanki kalbinde toplandı. Evet, doğruydu. Hem de pek çok… Kendi bayramından ona neydi? Oysa o, arkadaşlarının mutluluklarına bir nezaket olsun diye iştirak ederken ne kadar zevk alıyordu. Tatsız bir angarya ağırlığı duymuyordu hiç. Demek bu lakırtıları da duyacaktı ha! İşte ne zamandır bir çatı altında beraber acı, tatlı nice günler geçirdiği hâlde ruhları birbirlerine yabancıymış da haberi yokmuş. Aralarında uçsuz bucaksız denizlerin, karlı dağların ayırdığı geçilmez engeller, aşılmaz mâniler varmış gibiydi. Zaman ilerledikçe, istikbâl endişeleri, bu çorak buz çölü daha ziyade genişletmiş, daha çok büyütmüş görünüyordu. Artık eski kayıtsızlığından eser kalmamıştı Meryem’in. Her şeye sessiz kalıyor görünse de içten sinirleniyor tekdüze geçen bir hayatın, unutulmaz hâtıralarından derin bir elem duyuyordu demek. Son zamanlarda hep Kur’ân-ı kerîm okuyor, başka bir şey yapmıyordu. Kırlarda gezemiyor, eş dost toplantılarına gitmiyor, istediği gibi yemek yiyemiyor, şerbet içemiyor... Yüreğindeki acılara rağmen dışarıdakilerin bir uğultu hâlindeki koşuşturmalarını dinleyip oturuyordu.
“Meryem’in kimyası bozulmuş. Vah kardeşim vah!” diye söylenen Gülşah ne yapacağını bilemedi. İçinde alevlenen ümit kırıntıları bir hareketle silip süpürülmüştü. Arkadaşının böyle soğuk davranışı, kalbinde tutuşan iftihar alevini de söndürmüştü. Ayakları ve kafası tekrar zonklamaya başladı. Elleriyle dizlerini sıkıyor, yüzünü buruşturuyordu. Davranmak, kalkıp dışarı çıkmak için kendinde kuvvet bulamıyordu. Ansınız sokaktan bir çığlık yankılandı:
“Ey Bursa ahalisi! Ey büyük Osmanlı milleti! Eey bütün halkımız duyduk duymadık demeyin. Çelebi Mehmet Efendimiz Yıldırım Han’ımızın vekili olarak tahta oturmuştur...”
“Ey ahali… Ey Bursalılar… Ey millet…” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.