"Babacığım; bana da kuzuların lisanlarını öğretsene!.."

A -
A +
Ahmed Efendi'nin, Numan’ın suallerinden uykusu kaçmış, yorgunluk diye bir şey kalmamıştı.
 
Küçük Numan, babasına masumane soruverdi:
- Babacığım; bana da kuzuların lisanlarını öğretsene!
- !!!
- Hadi hadi! Ne olur!
- Allah iyiliğini versin Numan’ım…
- !!!
Küçük Numan’ın cevap vermekte ter döktüğü suallerinden, diğer evlatlarına bir şey soramayan Koyunlucalı Ahmed Efendi; iştahla yemeğini yedi, “hayırlı geceler” dileyerek odasına çekildi.
              ***
Toprak, çimen ve is kokulu havayı derin derin soluyarak ağır ve yorgun adımlarla yün yatağına giren Koyunlucalı Ahmed Efendi, Numan’ın safça suallerinden, kuzucuklarına yaptıklarından, konuşmalarından uykusu kaçmış, yorgunluk diye bir şey kalmamıştı. Şimdi o başka âlemlerdeydi, pek çok şey düşündü.. Neler aklına gelmiyordu ki... Bir ömür geçirdiği bu ata yurdu köyünde ve şu kireç badanalı duvarlar arasında yaşadıklarını mütalaa etti, nefsini hesaba çekti durdu. “Uyusam mı, uyumasam mı? Numan’ı okutsam mı, okutmasam mı?” diye tereddüt içindeydi. Bir tarafta tarla, çayır işleri, diğer tarafta mal davarlar… Ve işin bir ucundan tutacak insana olan çok ihtiyaç… Değil beş evlat, on beş de olsaydı az gelirdi. Akıl deryası Numan’ı okutma fikri de içten içe onu kemiriyordu. Kendi de öyle değil miydi? Pek çok istediği hâlde tahsili yarı kalmış tamamlayamamıştı. Şimdi; mesuliyetini omuzlarında hissettiği evlatları için; ne yapabilecekse yapma sırası kendine gelmişti! “Allah’ım, doğru olan kararı verebilmem için bana yardım et” diyor başka bir şey demiyordu. Müderrislerin konuşmasından sonra zihnini hep “medrese, tahsil, okumak” fikirleri meşgul edip duruyordu. Nereden karşısına çıkmış, aklını çelmiş, rahatını kaçırmışlardı? Hayatta ve ayakta kalabilmek, en doğru kararı verebilmek için haklarında hep hayırlı olanını istiyordu. Bu sınırsız hisler ve hayaller âleminde yanı başındaki elbisesine uzandı, cebinden; babadan kalma kuka tesbihini çıkardı, alışık olan parmaklar kurulu bir zemberek gibi tek tek şaklatmaya başladı. Öyle dalmıştı ki “takırtısı, tıkırtısı” dinmeyen tandır başından gelen tava, tencere sesleri bile derin dalgınlığından uyandırmıyordu.
Hayaller… hayaller… İşte şu ceviz oymalı rahlede hatim indirmişti, şu sarığı hocası hediye etmişti, taştan oyulmuş su kurumunu babası yerleştirmişti, aha buradaki sedir üzerinde ne kadar uyumuş, yorgunluğunu gidermişti…
Evini, hanımını, çocuklarını çok seviyor, onların kılına bir zarar gelmesini istemiyordu.
“Nasırlaşmış ellerim titriyor, ayaklarım yorgun! Seneler ne de çabuk geçiyor; gözlerimin feri, kollarımın dermanı bitmeden… Ölüm ani yakalamadan… Ah! Ahh! Onları layık oldukları şekilde bir büyütebilsem, ah ah!” deyip inledi.
Koyunlucalı Ahmed Efendinin tecrübesi; dünyayı ve onu sevenlerin hiç olduğunu anlamasına yetmişti, yetmişti de kendini sağlıklı karar vermekte mahir görmüyordu. Hanımını karşısına alıp; “Ey hatunum, işten başımızı kaldıramıyoruz, artık aile olarak bir karar verelim, ya rençperlik, ya tahsil…” demek, evlatlarıyla ve torunlarıyla zaman geçirmek istediğini haykırmak istiyordu lakin bunu nasıl diyeceğini beceremiyordu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.