İçindeki kin ve garaz gitmiş, bambaşka bir insan olmuştu

A -
A +
 
Canı, cananı, dostu ve hakiki rehberi hocasını düşünmek ne güzeldi… 
 
 
Hocası akla gelince ilahileri de dudaklardan dökülüveriyordu elinde olmadan Zülküf’ün. Bu iş kendiliğinden olsa da kalbi ancak böyle ferahlıyordu. Belki de irtibatını bu şekilde kurabiliyordu:
 
Ol şârdan oklar atılır,
Gelür sineme batılır,
Âşıklar cânı satılır,
Ol şârın bâzâresinde.
 
Nefsiyle baş başa kaldığı, huzur dolu olduğu anların kapısını araladı hafifçe ve kapadı tahta kapıyı, sağlamca. Böylece hem soğuk da az girecekti odacığına.
Talebe odası küçük sayılırdı. Kitaplar, kıyafetler ve bir yün yatağı vardı rahat ve sağlıklı uyumak için. En yukarıya sıralamıştı kitapları. Canı, cananı, dostu ve hakiki rehberi hocasını düşünmek ne güzeldi… Zaten onu düşünmediği bir anı hiç yoktu. Gözünün gördüğü birkaç kitap ve büyük bir ruhaniyet hâli vardı odada. Hâlâ, acı nefes alışlarla yaşamaya çalışan suçlu bedeninde bir esir gibi hissediyordu kendini.
Zülküf, ağır adımlarını küçülte küçülte odayı boydan boya katediyor, dolaşıyordu. Tebessümle baktı sükûnet dolu pencerenin hafif tozlu pervazına. Rafta ise boy boy; hocasının sık sık tekrar ettiği ve hoşuna giden güzel nasihatlerinin kaydını tuttuğu kâğıtlar vardı… Muhabbet dolu bakışlarıyla süzdü onları. Döndü, dışarıyı seyre daldı. Birbirinden bihaber ve uzaktaki insanların hâllerine surat ekşitti. Eskiden söz vardı yüze söylenen. Şimdiyse ilahilerle diyeceklerini diyorlar; arkadaşlığı, dostluğu, talebenin vazifelerini… Hayatında ilk ve son defa verilen bu en büyük, ömre bedel vazife olmasaydı nefes alıp vermenin ne manası olacaktı ki? O nefesi her türlü hayvanat, haşerat da alıp vermiyor muydu? Eşref-i mahlukat denilen insanın ulvi bir mesuliyeti olmalıydı! İşte onu öğrenmeye çalışıyordu. Pencereden göğe doğru süzüldü bakışları. Kıpkızıl güneş; altın huzmelerini sızdırıyordu loş karanlığa doğru. Yakıcı değildi ama yine de severdi sıcağı… Kar, kış ve odaya dolan güneş huzmeleri ne büyük nimetti. Araları iyi sayılırdı onunla. Kışı düşündüğünden dolayı olsa gerek yazdan da hiç şikâyetçi olmazdı.
Daha çok kar dolu bulutları aradı gözleri… En çok ise; sıkça duyduğu, ara sıra eşlik ettiği o ilahiyi… Odanın her yerindeydi o ilahiler. İlaç gibiydi, dertlere devaydılar. Ruh hastalıklarını iyileştiriyordu onun. Yorucu günün sonunda veya sıkıcı bir günün herhangi bir anında ne de iyi geliyordu.
 
Şâr dedikleri gönüldür,
Ne âlimdür ne câhildür,
Âşıklar kânı sebildür,
Ol şârın kenâresinde.
 
Zülküf’ün başında tiftikten bir külah vardı. Onun tabiiliğini gösteren yegâne şeydi. Bu yüzden başından hiç çıkarmazdı her yerde. Tövbekâr olduktan sonra o sert görünümlü, çirkin adam gitmiş bambaşka biri gelmişti sanki. İçindeki kin ve garaz gittiği gibi, her zaman ve her şartta güleç bir simayla bakmasını öğrenmişti. Hayat doluydu, çoğu talebelerin sıkıntısının panzehriydi. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.