Yemek, ziyafete dönüşmüş çaylar da demlenmişti...

A -
A +
Lütfü Hoca: "Askerden henüz yeni gelmiştim. Evlendirilmem düşünülüyordu. Düğün için para lazımdı..." 
 
Dıştan duyulmaz, gizli bir huzur yayılıyordu etrafa... Selâmlara mütebessim karşılık verip ıslak taşlar üzerinden kaymamaya çalışarak adımlarını sıcak odaya doğru hızlandırdı…
Verintap, topyekûn uyanıktı. Evlerden çeşitli sesler yükseliyordu. İhtiyar bir komşu nine, torunlarına tatlı tatlı çıkışıyor, bir kapı açılışının gıcırtısı duyuluyor, takunya tıkırtıları geliyordu kulağına, köpek havlamaları gittikçe çoğalıyordu. Ocaklarda yakılan tezek ateşinin dumanları, helezonlar oluşturarak kar tanelerini aşıp göğe yükseliyordu durmadan.
           ***
Yemek, tam bir ziyafete dönüşmüştü. Yenilip çaylarla birlikte sohbet de demlenmişti iyice.
           ***
Hiç unutamadığı bir hatırasını şöyle anlatmaya başladı Lütfü Hoca:
- Askerden henüz yeni gelmiştim. Evlendirilmem düşünülüyordu. Düğün için para lazımdı. Çayır başlamadan köyün delikanlılarının Sarıkamış ormanlarından kömür yapıp Erzurum’a satmaya götüreceklerinin haberini duydum. Bu işlerden hiç anlamasam da gitmek istiyordum. Serde gençlik vardı ve önümde aşmam lazım gelen mâniler çoktu. Daha yeni samimiyet kurduğum Gözümler’den Gülbeyi’ne meseleyi açtım. O da boş yatan öküzlerinin olduğunu söyledi. Hemen oracıkta karar verdik gidip büyüklerimizden müsaade alarak bu kervana katıldım.
- İyi cesaretin varmış Hocam. O işler öyle kolay değildir.
- Kıymetli komşular; “Bana tatlı bir macera, unutamayacağım hatıralarımdan biri olur…” diye düşünüyordum aynen öyle de oldu. Boş arabalarla meşeye gidişimiz, güle oynaya kömür yapışımızın teferruatına girmeden, en sonundan başlayayım müsaadenizle, ne dersiniz?
- Hocam lafı mı olur? Siz nasıl istiyorsanız öyle olsun. Gerektiğinde sual sormak serbest nasıl olsa!
- Elbette... deyip gülüştüler.
           ***
Nardan bir top gibi güneş, yavaş yavaş gök semaya doğru yükselirken, gittikçe altın huzmelerin yakıcılığı da artıyordu. Uzun bir yolculuktan sonra Erzurum’un göründüğü Paşa Pınarına vardık. Buraya gelmek demek; Erzurum’a gelmek demekti.
Hepimiz de pek yorgunduk. Arabacılar, kana kana su içtikten sonra, kovalarını doldurup kömür çuvallarının üzerine dökmeye başladılar. “Hey ne yapıyorsunuz!” diyecektim ki, sanki biri ağzımı tutuverdi, öyle kalakaldım. Bu havsalamın almadığı işe çok şaşırmıştım. Medenî cesaretim yüksek olmasına rağmen; yol arkadaşlarımın yüzüne karşı bir şey diyemiyordum. Hem acemiydim, hem araba vermiş, kömürlerimi hazırlamış, beni yanlarında bir heybe gibi taşımışlardı. Yanlış yapmaktan imtina ediyordum. İçimden;
“Ya, olacak şey mi? Ta Sarıkamış ormanlarından; binbir zahmetle hazırlayıp getirdiğimiz mangal kömürlerini, şimdi de sulara gark ediyorlar! Bu kadarı da fazla! Allahım; aklımı oynatacağım!” diyerek kızıyor, kendi kendimi yiyordum.
DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.