ŞEHİDİN ÖZ GEÇMİŞİ!

A -
A +
"Künyesi gelmiş!" Bu söz, şu dünyada ilk işittiğimiz cümlelerden biridir.

"Seferberlik", "Kaç Kaç", "Sarıkamış" zümresinden bir cümleydi. Analarımız, nenelerimiz, ezelerimiz, bibilerimiz bir araya geldiklerinde o ânları bir kere daha yaşarcasına Battal Gazi destanı anlatırcasına birbirlerine Seferberlik Hikâyeleri anlatır ve biz çocuklar da tarihe şahitlik ettiğimizden bîhaber büyük bir merakla  o anlatılanları dinlerdik.

Neneler, analar, ezeler, bibiler bir ikindi serinliğinde bir araya geldiklerinde aynı şeyleri ilk defa söylüyor ve ilk defa dinliyormuşcasına her defasında aynı hüznü aynı yiğit tavırla dile getirirlerdi. Radyo yoktu ki "arkası yârın" dinlensin, gazete yoktu ki  pehlivan tefrikası okunsun, televizyon yoktu ki ekrana düşercesine dizi takip edilsin, internet yoktu ki zaman israf edilsin.

Cephede yaşananlar şehîdin cephe arkadaşları, tarafından dile getirilir, o da ağızdan ağıza veya belki bir mektup vasıtasıyla ailesine gelir, kahramanlık destan olur ev ev sohbet sohbet çoğalırdı. O gün halk arasında "I. Dünya Harbi" veya "Cihan Harbi "denmesi bilinmezdi.  "Seferberlik" denirdi, "Harb-i Umumi" denirdi, "Kaç Kaç" denirdi, "Urus" denirdi, "Gâvur".... denirdi. Ara sıra da İngiliz, Alaman, Fransız ve Ermeni kelimeleri geçerdi.

Falan oğlu falanın şehid olduğuna dair askeriyeden yazı gelmesi, künye gelmesidir. Seferberlik Hikâyeleri, tek  renk değildi. Bir askerdeki Mehmed vardı, kınalı kuzu, civan delikanlı, bir de sılada olanlar. Onlar, evvela ana-babaydı. Sonra taze gelin veya nişanlı, yahut yavuklu. Gözü yaşlı ana, kalbi delik baba, göz yaşlarını gösteremeyen bahar dalları. O askerlikler paralı değildi, dört aylık da değildi, maaşlı değildi. O askerliklerde, Seferberlik yiğitliklerinde müddet yoktu. Harp, ne vakit biterse tezkere o vakit alınırdı. Şehîd olmak, Sevgili Peygamberimize -aleyhisselaam- kavuşmak en büyük istekti.

Neneler, analar, ezeler, bibiler... tiyatro sanatçısı değillerdi. Nasıl olsunlar ki tiyatronun adını bile işitmemişlerdi. Ama nasıl da içli, nasıl da tesirli anlatırlardı. Anlatılan askerler, gözümüzde büyür, en  azâmetli dağdan bile aşılmaz mertebeye yükselirlerdi. Anlatılan analar, babalar, tazeler, nasıl da tahammül âbideleri olurlardı, nasıl da masal kahramanlarına dönerlerdi. O taze gelinler, nişanlılar, sözlüler, öyle bir kaç ay değil, bir kaç sene de değil 5 sene, 7 sene, 9 sene beklerlerdi. O kahraman Mehmetler düşmanı nasıl da bir süngü darbesiyle yere yıkıyorlardı. Nasıl da kolunun biri koptuğu halde dişlerini sıkıp canhıraş bir mücadeleyle devam edebiliyorlardı. Nasıl da hem düşmanı hem salgını yenmek için mücadele veriyorlardı.

Ve nasıl da "Allah" diyerek  toprağa düşüyorlardı.

Bunlar Balkan, Sarıkamış, Çanakkale,  Halifenin Cihâd ilânıyla başlattığı Milli Mücahadeden sahnelerdi.

Sandık ki o hikâyeler 1922'de bitmiştir.

Bitmedi.

Evet, II. Cihan Harbi'ne girmedik. Fakat girseydik de ancak o kadar açlık, yokluk yaşanır, ancak o kadar karne ekmek, tahıl, tahsildar, jandarma hikâyeleri, zulümler dinlenirdi.

Onlar geçti, Kore geldi:

Bu defa  general Tahsin Yazıcı deniyordu, Albay Celal Dora deniyordu, Kunuri diye bir yerden söz ediliyordu, Çinli deniyordu, Komünistler deniyordu, Amerikalılar deniyordu, Amerikalıların ödlekliğinden, Mehmetciğin o gıpta edilen cesaretinden söz ediliyordu.

'50'li yıllarda, daha sonra da nice seneler devam edeceği gibi askerlikler hâlâ uzundu. 4 seneleri buluyordu. Fakirlik yakamızdan düşmemişti. Cevaplar, ancak askerden gelen mektubun arkasındaki boşluğa yazılabiliyordu.

Bebeklerin o yumuk elleri, o kâğıtlara çıkartılıyordu. Bir teyzenin elinde bir asker mektubu, bir sabit kalemle cevap yazacak adam aradığı sahne çocuk hafızamdan bugünlere gelmiştir.

Gelişen zamanla Seferberlik Hikâyelerine, Karne, tahsildar jandarma zulümleri de dahil oldu. Bu askerlik ve savaş yılları 1974 Kıbrıs Harbi'yle ayrı zenginliğe büründü. Sahnede Girne vardı, Lefkoşe vardı. Rum, Yunan vardı. Duvar gibi dağa tırmanan tank, uçağının benzini biten pilotun dönmesine izin vermeyerek bombalanacak yerleri tek tek gösteren, kabinde âniden ortaya çıkmış ulu erenler vardı.

Bizim hikâyemiz orada da bitmedi. Bu defa güneydoğu hikâyeleri başladı. Hikâye çok uzundu, acıklıydı, bitmek bilmiyordu. Bir ara biter gibi olduysa da sevindiysek de hemen 7 Düvel bir olup hainleri arkaladılar. Şimdilerde evlere künyeler gitmiyor. Ekranlarla her ev, cenaze evi oluyor. Şehidin babası, kardeşleri, çocukları bazen bebeleri, eşi, sevenleri, sivil ve askerî erkân ve 80 milyon hazırken imam efendiler yerlerini alıyorlar. "Allah için namaza, Resûlullah için salevata ve meyyit için duaya" durulmadan evvel şimdilerde bir şey daha yapılıyor. Cenaze namazına durulmadan, imam efendi, "r" üzerinde durarak tok bir sesle "Er Kişi niyyetine!!!" ihtarını yapmadan, o Er Kişi'nin "öz geçmişi okunuyor".

Öz geçmiş!

Kimin?  

Sanki 80 yıl, 90 yıl ömür sürmüş birinin hayat hikâyesi nakledilecek. Onlar bir ömür mü yaşadılar ki öz geçmişleri olsun? 20 yaşındaki Mehmedimin, 23 yaşındaki Ömerimin, 24 yaşında Hasanımın, 25 yaşındaki Mustafamın... ağzından süt kokusu geliyor. Bakın iyi koklayın, ağızlarından analarından emdikleri ak sütün kokusu, kalblerinden vatan kokusu yükseliyor.

Onların öz geçmişleri, tek kelime; "şehîd!"

Şehîd olmak için geldiler, vazifelerini yaptılar ve gittiler.

Dereceleri yüksek olsun.

Allâhü teâlâ, şefaatlerine nâil eylesin...

Ey şehîdler!

Ey gaziler!

Sizin hakkınız ödenmez.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.