‘Haberciliğin neresindeyiz'

A -
A +
Bu haftaki konuğumuz, Star Haber Genel Koordinatörü Ayşenur Arslan Kimdir? 1950 doğumluyum. Gazeteciliğin okulunda okumadım. Ben alaylıyım. TRT Haber Merkezi'nin sınavıyla 1971 yılında TRT'ye girdim. Sekiz yıl TRT'de çalıştım. Sonra biraz mola verdim. Yazılı basında, Güneş Gazetesi, Nokta Dergisi, Cumhuriyet Gazetesi gibi çok çeşitli yerde çalıştım. Gazetecilikte A'dan Z'ye her bölümde çalıştım. Pikaj masalarının önünde çok durmuş, çok tashih yapmış, çok manşet atmışımdır. Matbaa kokusunu çok iyi bilirim. Gazetecilikte her alanda çalıştık. Sonunda Ali Kırca ile yine 1983 sonunda buluştuk ve birlikte sekiz yıldır televizyon haberciliğinde çalışıyoruz. Bir oğlum var... Haberciliğin galiba daha başındayız. Sadece biz haberciler değil, Türkiye'de siyasetteki insanlardan tutun da sokaktaki insana kadar hepimiz, yanlışlar yapa yapa öğreniyoruz diye ümit ediyorum. Birbirimize nasıl hitap edeceğimizi bile belki yeni yeni keşfediyoruz. Ben TRT yıllarıma döneyim. O zaman tek kanal vardı ve devletin kanalıydı. Biz TRT haber merkezinde çalışanlar, büyük ölçüde siyasiler tarafından onların bir memuru gibi görülürdük. İşte bakan emir buyururdu. Bir TRT ekibi gider, çekerdi; haber yapılırdı. Sonunda şikayet bile gelirdi. "İşte haberi kısa girmişsiniz falan" gibi. Biraz memur gibi görülürdük. Şimdi özel televizyonlar habercilikte bambaşka bir çığır açtı. Siyasetçi de, artık gazeteciye daha yeni yeni, "sen" değil "siz" diye hitap etmesini öğrenmeye başladı. Muhabirlerimiz sokaktaki insana "sen" değil, "siz" demeyi yeni yeni öğreniyor. Ben bu açıdan baktığımızda, birçok mesafeyi kat ettiğimizi buna rağmen de daha haberciliğin başında olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü dünyadaki standartlar bizi çok zorluyor. TRT sokağa açık değildi Haberciliğin memuriyetten, haberciliğe dönüşümünde elbette özel televizyonların etkisi vardır ama herşey gibi olumlu ve olumsuz yönlerini bir arada barındırarak vardır. TRT'nin haberi sokağa açık değildi. Vatandaşa açık değildi. TRT'nin habercilik anlayışında vatandaş, örneğin bir açılış töreninde ne bileyim bir kazada vs. "insan" olarak değil haberin "nesnesi" olarak vardı. Orada önemli olan TRT'nin haberiydi. Sade vatandaş, özel televizyonlarla habere yansımaya yansıdı. Her ne kadar özel televizyonlar ciddiyetten biraz daha uzak veya diğer bir ifadeyle daha laubali davransa da, olumlu biçimde sokağın veya vatandaşın sesini ekranlara ve Türkiye'ye taşıma yolunu da açtı. TRT'nin yanlışlarından olumlu bir hava doğmuştur. Medyanın hatalarından alınan derslerle de bugün insan hakları cephesinde bir adım öteye gidilmiştir. Tartışma adabı öğrenilmiştir. Fikirlerin bir arada olabilmesi öğrenilmeye başlanmıştır. Bir bakıma demokrasinin platformu oluşturulmaya başlanmıştır özel televizyonlarla... Bizim ekip anlayışımız Bizim, insana hem önem veren hem yatırım yapan bir anlayışımız vardır. Burada hem Ali Kırca hem ben çocuklarımızın tüm sorunlarını biliriz. Yani yalnızca cebindeki parasını değil, evinde bir sorunu mu var, evliliğinde bir sorunu mu var? Çocuğuyla ilgili bir derdi mi var?.. Biz hepsini biliriz ve paylaşırız. Elimizden gelen bir şey varsa yardımımızı da esirgemeyiz. Çünkü insanla çalışıyorsunuz. Makineyle çalışmıyorsunuz. Yani siz, elemanınızı sahaya gönderdiğinizde evet o soru soracak, haber yapacak ama o esnada sürprizlerle karşılaşacak, ne bileyim şiddete maruz kalabilecek, mağdur olabilecek, hatta umulmadık bir saldırıya maruz kalabilecek. Dolayısıyla o insanları siz önce vicdanınızda kazanabilmişseniz onun getireceği haber çok başka oluyor. Benim biraz annelikten de gelen içgüdümle mesela göreve gönderdiğim arkadaşlara, telefon edip "üşüyor musunuz?" ya da sıcaklardan "çok mu yandınız?" diye sorduğum olmuştur. Başka türlü olmuyor. Ben onları evladım olarak görürüm. Ben onların haber ablasıyım. Hatta bizden ayrılıp başka göreve gönderdiğimiz çocuklarıma mektup yazarım. Sonunda da "haber ablası" derim. Tenkit, övgüyle anlam kazanır Benim, çalışanlarıma eleştirim hiç bitmez. Ama şunu da söyleyeyim, övgümü de hiç esirgemem. Yani çaba gösteren, güzel birşey yakalayan, gayret içinde olan elemanımla o sevinci her anlamda muhakkak paylaşırım. Bazı yöneticiler vardır. Sürekli uyarır ve eleştirir de, nedense övgü konusunda ketum davranır. Güya onu şımartmaktan çekinir. Hani çocuklarını dahi uykuda seven bir milletiz ya biz. Yöneticiliği sert olmak zannederiz. Benim işim sadece habercilik değildir. Yöneticiyim ben aynı zamanda. Yönetici olarak, çalışanımdan eleştirimi hiç eksik etmem ama başarılarını da mutlaka teslim ederim. Çünkü onları önce vicdanımda kabullenirim. Her türlü sorununu bilir, çözmeye çalışırım. Sonra başarı beklerim. ben mutfaktayım Ali Kırca ile biz, birbirini tamamlayan ikiliyiz. Ben mutfak telaşesini çok severim. Ali Kırca da ekranda çok başarılı. Bazen derim ki, "Ben ekranda, sen mutfakta olsaydın ne yapardık?" diye. Ben çabuk telaşlanan ve telaşını çabuk belli eden birisiyim. Mesela bir son dakika haberi geldiğinde onu ekrandan ben sunmaya kalksam, seyirciler "Eyvah Türkiye'de bir facia oldu" zannederler. O ise çok soğuk kanlıdır. Aramızda bir direkt telefon vardır. Yıllardır o telefonda, ben dört kelime söylerim. O dört kelimeyi ekranda ondört cümleyle anlatır seyirciye. O ekranda ben arkasında o nedenle birbirimizi çok tamamladığımızı düşünüyorum. Ama hiçbir zaman, haber merkezi iki kişinin omuzlarında yükselmez. Bizim en büyük övürcümüz de bugüne kadar çok değerli insanlarla çalışmış olmak. Bugün pekçok kanal, bizim mutfağımızdan, bizim ekibimizden yetişen insanlar tarafından kuruldu. Bu bizim için övünç kaynağıdır. Arslan'dan bir hatıra... Biz Ali Kırca ile birbirini çok iyi tamamlayan bir ikiliyiz. Bunun çok örneğini yaşadık. Hatta ilk kez size bu konuda bir anekdotumu anlatayım. Yıllar önce... Dört beş yıl oluyor. Bir Cumartesi günü, çalışıyorum... Güzel bir hava. İş yerinde terasa çıktım sigara içiyorum. Cumartesi olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Sebebini de anlatacağım. Biri geldi, "telefonun var" dedi. Ali Kırca imiş telefondaki. Gittim dedim ki: -Aman Ali Kırca, bugün günlerden Pazar, hava günlük güneşlik. Tam bugün güneşe çıkmıştım ki sen aradın. Nazım Hikmet'in bir şiir vardır. "Bugün günlerden Pazar, ilk defa güneşe çıkardılar" diye devam eder. Ben bu şiirin o mısralarını şaka olarak aklıma estiği için söyledim. Baktım o, şiirin devamını okumaya başladı. Tane tane okuyor. Şiiri okuyup tamamladı. Ben, "şiirli esprime o da şiirin kalan kısmıyla karşılık verdi" diye düşünüyorum. O esnada "Yazdın mı?" dedi. Şaşırdım. -Neyi? O da bir tuhaf olmuştu. Dedi ki: -Sen neye istinaden söyledin o şiirin mısralarını? -Hiiç, güneşli havayı görünce o an aklıma geldiği için söyledim. Espri yapmak için söyledim yani. -Allah iyiliğini versin e mi? Ben sana şiiri yazasın diye okudum. Meğer ne olmuş biliyor musunuz? Ali Kırca, haftanın belirli günleri de gazeteye köşe yazısı yazıyordu. Ogünkü yazısını da bu şiirle tamamlamış. Yazıyı gazeteye fakslamış. Ama o şiirin bulunduğu bölümde faks arızalanmış. Bunun üzerine konuya da önem verdiği için beni arayıp, kalan kısmı telefonda benim yazmamı istemiş. Bana onu yazdıracakmış. Meğer o yazdıracağı şiiri, o aradığında ben onun niçin aradığını bilmeden söylemeye başlamışım. Böylesi tesadüflerimiz çok oldu. Ben bunun bir rastlantıdan öte bir telepati olduğunu düşünüyorum. Çünkü 1971'den beri arkadaşız Ali'yle. Artık aramızda nerdeyse bir telepati oluştu. O kadar çok örneği vardır ki...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.