Hep örnek olmak istedim

A -
A +

Bugünkü gençlere film beğendirmek zor olsa gerek. Yeni nesle film beğendiremiyorlar gibime geliyor. Yapımcıların oldukça zorlandığını hissediyorum. O bakımdan biraz farklı ambalajlı biraz özentili, biraz Amerikan sinemalarının etkisinde kalmış filmler izliyoruz. Evlilik ve sanat Evlilik benim için çok ciddi bir müessese. Tabii her şey insanın kendi ailesinden başlıyor. Ailesinde ne görürse, ilerde kuracağı yuvayı o kültür teşkil ediyor. Eğer siz aileden, aile birliği denilen o güzel yuvanın özelliklerini alabilmişseniz, ona saygı duymayı, onu pekiştirmeyi, güzelleştirmeyi öğrenmişseniz, zaten onu kendi hayatınıza mutlaka uyguluyorsunuz. Ayrıca ben Türk'üm. "Türk kimdir? Nedir? Ne yapar" Ne ister? Nasıl yaşar?"ın cevabını bir sanatçı olarak önce kendi hayatımda yaşıyor olmalıyım ki; "Bu bir Türk sanatçısı, bir Türk kadını densin" diyorum. Tabii ki bütün dünyaya açığız. Bütün dünya kültürlerinden etkileniyoruz. Ama öğrenmek başka, tatbik etmek başka. Bilgi sahibi olmak başka, fikir sahibi olmak başka. İnanıyorum ki, sanatçılar da toplumun birer aynasıdır. Toplumu yansıtan onlardır. Sanatçısına bakıp da o toplum hakkında fikir sahibi olabiliyorsunuz. Hoşgörü istiyorum Son günlerde kavramlar üzerinde çok tartışma oldu. Öyle ki artık yozlaşmaya başladı kavramlar. Ben diyorum ki, hoşgörü dediğimiz, çok önemli bir kavram. Hoşgörü "tolerans" demek değil. Yani "Sen öyle yap biz seni hoşgörüyoruz, görmezlikten geliyoruz" demek anlamında değil. Hoş görmek. Bir insanı, insan olduğundan dolayı, en tabii haliyle, olduğu haliyle kabul edebilmek sanatıdır. İnsana iyi bakmak ve ondaki cevheri görebilmek anlamında hoşgörüyü arzu ediyorum. Bu benim yapım. Nerede o eski Ramazanlar Ramazan deyince, daha doğrusu "üç aylar" deyince, benim için önemli olan nefis muhasebesidir. Aman ya Rabbi!.. Bir kalp kırmış mıyım? Acaba birisinin benden bir beklentisi vardı da onu unutmuş muyum? Acaba dostlarımı, akrabalarımı ne zamandır aramadım? Onu unutmuş olabilir miyim? Ay benim ailemde bir sürü mini mini çocuklar var. Onları nasıl sevindirmeliyim. Ve yahut da "Komşusu açken uyuyamayan insanın yapması gereken bir düsturu, hiçbir zaman yapamasan bile Ramazan'da yap!.. Çünkü o çok mübarek bir ay. Onun bereketinden herkes nasiplensin" diye düşünürüm. Eski Ramazanlar bir bambaşkaydı. Sofralar cıvıl cıvıldı. Bütün çocuklar, halalar, teyzeler, yeğenler. O iftar sofralarınız... Bu güzellikler böyle nostalji olmamalı. Hatıralarda kalmamalı. Günümüzde de yaşıyor olmalıyız. Ama ne kadar da istesek, tam yaşayamıyoruz... Eski Ramazanlar nedense artık olmuyor... Hülya Koçyiğit'ten hatıralar...'Sizi eve ben bırakacağım' 1963 yılının yaz ayları. 'Susuz Yaz' filmi çekiliyor. 15.5 yaşındayım. Setteyken bir telefon geldi. Çekime ara verildi. Nur içinde yatsın, yönetmenimiz rahmetli Nevzat Besen, telefondan sonra yarım kalan sahneyi bitirdi ve bana döndü: -Hülya, bugün seni eve ben bırakacağım. O zamana kadar hep annem gelir alırdı. Aklıma babam geldi. Hastaydı. Grip olmuş geçmemiş, hastaneye kaldırıldığında da siroz teşhisi konulmuştu. Bugün yarın taburcu olacaktı. Yoksa annem babam için mi gelememişti? -Peki efendim, annem mi telefon etti? -Annen gelemeyecek, baban biraz rahatsızmış. Galiba babanın yanında olması gerekiyormuş. O gün iş biraz kısa tutulmuştu. Beni aldılar eve getirdiler. Evdeki durumu görünce hemen anladım. Çünkü kardeşlerimle annem çok bitkindi. Tahmin ettiğim gibi, babam kalp kriziyle aramızdan ayrılmıştı. Bir ailenin reisi çekip gitmiş ve biz ortada kalakalmıştık. Ertesi gün yine rol almak durumundaydım. Üstelik öyle bir sahneydi ki hayatım boyunca unutamıyorum. "Kamelyalı Kadınlar"ın adaptasyonunu yapıyoruz. Rol gereği, sevdiği adamın babası gelip diyor ki: "-Benim oğlumu terket! Al bu kadar da para vereceğim sana." Kadın da bu tutumu gururuna yediremiyor, sevdiği adamı evden gönderiyor. Ardından da güya parti vererek, şen şuh kahkahalar atarak, etrafındaki insanlara üzgün değilmiş havası yayıyor. Yani dışardan gülerken, içerde kan ağlıyor. Böyle bir sahne çekiyoruz. Bu benim haleti ruhiyeme nasıl uyuyordu tahmin edersiniz. Gözümden sicim gibi yaşlar akıyor. Sabaha kadar ağlamaktan gözlerim şişmiş. Ben ise rol yapıyorum. O sahneyi ben kendi hayatımda gerçek olarak yaşadım. Berlin'de alınan 'Altın ayı' ödülü İyi bir tiyatro oyuncusu olabilmek için konservatuarda eğitim alıyordum. 'Susuz Yaz'da oynamam çok büyük bir imkandı. Filmin yönetmeni de yapımcısı da çok iddialıydı. "Biz bu , Türk sineması adına Uluslararası Berlin Film Festivaline katacağız" diyorlardı. Bunu biliyordum ama, o zamanki imkanlar nerdee... Almanya dünyanın bir ucu gibi. Bizi kim alıp da filmle birlikte götürecek? Hangi televizyon onu gösterecek? 1964 yılında bu mümkün mü? Dolayısıyla böyle iddialı bir film olduğunu biliyorum ama sonucun ne olduğundan haberim yok. Bir akşam... Artık istirahate çekileceğimiz vakitti. Kapının zili ısrarla çalıyor... annem kapıyı açtı. Açmasıyla birlikte, bir anda odanın içine bir medya ordusu doldu. Şimdiki kadar kalabalık değildi tabii ama ilk defa flaşlar patlıyor, ilk defa böyle bir şeyle karşılaşıyordum. "Gözünüz aydın. Filmde en büyük ödülü kazandınız. Şu andaki duygularınız nedir vs..." gibi herkes bir şey soruyordu. Şaşırmış, afallamıştım. Ödül aldığım haberine mi sevinsem, medya ordusunu görmenin şaşkınlığına mı alışsam, uyku sersemliğini üzerimden atıp cevap vermeye mi gayret etsem. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Babamın acısından sonra böyle bir ödül almam beni biraz olsun teselli etmişti.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.