Futbolun mahkemelik olmasını bir türlü hazmedemiyoruz. Bilineni gene ilâm etmeyelim. Tehlike çanları çalıyor. Sektörde milyarlarca doların döndüğü de bilinen bir gerçek. Sporla milyarlarca doları yan yana görmek de ilk bakışta şaşırtıcı. Oysa inkâr edilmez bir gerçek. Bizim futbolumuzun bu gerçekle yaşadığı da bir olgu. Takımlar havuz ihâlesinin bir önce yapılıp kasalarına para girmesini istiyor. Futbol Federasyonu seçimleri mahkeme kararıyla erteleniyor. Nasıl çıkılacak bu işin içinden? Haluk Ulusoy'a, İlhan Cavcav bir toplantı sırasında, "Artık yaşlandın, bırak bunu" diyor. Ulusoy'un cevabı ise sert: "Ben kırk küsûr yaşındayım. Sen 90'ına geldin, hâlâ G.Birliği'nin başındasın. Bu hesaba göre ben daha yıllarca futbolla uğraşırım. Asıl sen bırak git." Acaba bu tartışma mı G.Birliği Kulübü Başkanı'nın, Haluk Ulusoy'un Futbol Federasyonu Başkanlığı'ndan ayrılmasını isteme gerekçesi? Kesinlikle değil. Az önce dedik ya, para ve spor yan yana gelince problemler başlıyor diye. Pastanın paylaşılmasındaki çabalar her ne türden olursa olsun, futbolun mahkeme kapılarına götürülmesindeki en büyük neden. Bakıyorum, neredeyse bu kararı veren hâkim suçlanıyor. Ne alâkası var? Genel kurulun gerçekleşmesinde meydana gelen prosedür hatalarını mahkeme kabul ediyor ve erteliyor. Önce yüzeyselin de yüzeyseli olan bu tür mazeretleri reddetmek lâzım. Sonra milyarlaca dolar da olsa bu kaynaktan ortaya çıkan nemaları futbola ve takımlara döndürme iyi niyetine ulaşılmalı. Bu olur mu? Bal gibi olur.. Konunun içinde yer alan bütün isimlerin sadece spor anlayışlarını ön plana çıkarmaları ve iyi niyet gerekiyor. Paranın karşısında iyi niyet gibi zayıf bir değer hiçbir şey ifade etmeyecek, bunu biliyoruz ama elimizden başka birşey de gelmiyor. İkinci Dünya Savaşı Avrupa Futbol Şampiyonası gibi büyük olaylarda sadece futbol yaşanmaz. Bu tür turnuvalara gittiğiniz zaman başınıza olmadık işler de gelebilir. Yıl 1988, Almanya'daki Avrupa Futbol Şampiyonası'ndayım. Gece yarısı tren bütün gücüyle Stuttgart'tan Berlin'e doğru gidiyor. Berlin'de maç var. Kompartımanlar taraftarlarla dolu. İngiliz bayrakları, Alman bayrakları yolcuların üstüne yorgan olmuş. Kimi uyumaya çalışıyor, kimi maçı konuşuyor, kimi de gürültü yapıyorlar... Yol uzun, bitecek gibi değil. O renkli dünya içinde bir süre yol aldıktan sonra kendime trenin içinde rahat edebileceğim bir yer aradım. Arka vagonlara doğru gidiyorum. Her yer dolu. Biraz daha ilerledim, bomboş bir vagon. "Tamam" dedim kendi kendime, "Kompartımanlardan birinde yatıp uyurum." Seçtim bir boş kompartımanı, vurdum kafayı kanepeye. Tren uykusu bu... Hafif sarsıntılı, uyku arasında kulağa hoş gelen tekerlek ve ray seslerinin iniltileri... İyice dalmışım.. Birden büyük bir kapı gürültüsüyle uyandım. Bir el kompartımanın ışıklarını yaktı. Gözlerime inanamadım. Karşımda üniformalı, elleri silahlı bir subay, iki er.. Aynı İkinci Dünya Savaşı filmlerindeki gibi karşımda duruyorlar. Yüzlerinde en küçük bir mimik yok. Ne istediklerini anlamak mümkün değil. Önde duran subay pasaport gibi bir lâf edince, kendisine heyecan içinde zar zor bulduğum pasaportu uzattım. Kendi kendime dedim ki, "Ben neredeyim? Kırk sene önce geriye mi gittim? Duymadığım, bilmediğim bir harp mi var?" Aklımdan İkinci Dünya Savaşı yıllarının bilebildiğim bütün olayları kuşkuyla geçiyor. Subay bir süre pasaporta baktı ve sert bir şekilde geri uzattı, ışığı söndürdü, kapıyı "güümm" diye kapattı. Uyuyabilirsen uyu.. Nedir bu? Kâbus mu? Bir türlü karar veremiyorum. Az sonra gelip beni tutuklarlar mı? Böyle düşünceler beynimi turbişon gibi oyuyor. Endişe, kuşku ve sabah... Berlin'e geldim.. İstasyona indiğimde beni karşılayan arkadaşa olayı anlattım ve ne olduğunu sordum. "Haa o mu" dedi... "Onlar Doğu Alman askerleri. Batı Almanya'dan, Doğu Almanya'ya tren girince böyle kontrol ederlermiş." Öğrendik, öğrenmesine ama bir an da olsa sanki İkinci Dünya Savaşı'nı tekrar yaşadık. Şimdi Portekiz'de de kimbilir buna benzer neler yaşanmıştır. Spiker Erdoğan Arıkan, Fatih hoca ve Haldun Domaç'la röportaj yaparken, Domaç'ın birden ortadan kaybolmasıyla aklıma geliverdi. Terim tam isabet Fatih Terim futbol yorumculuğu için mükemmel bir isim. Bu işlerde seyirci ve dinleyici etkilemenin birinci şartı, bu görevi yapacak insanların inandırıcılığıdır. Fatih hoca gerçekten yakışan bir görevle bütünleşti. Seyirci bekler ki, böyle ün yapmış bir kişi maçla ilgili olarak neler diyecek. Onun söyleyeceği düşünceler seyirciyi yönlendirecek. TRT yıllardan beri yorumcu konusunda hep sıkıntı yaşadı. Bu şampiyonada Fatih Terim'e bu görevi vermesi tam isabet. Hatırlayın, şimdiye kadar gelen geçen yorumculardan hiçbirini hatırlayamazsınız. Sadece Ömer Üründül aralarında biraz sivrilen bir isim oldu. Dedik ya, yorum yapacak kişinin inanılır olması ve bu alanda karizmaya sahip olması gerekir diye. Bu Fatih Terim olmayabilir ama ona eş değer başka isimler de olabilir ve bunda ısrar edilmelidir. Zira futbolu sahada ve kenarda birinci derecede yaşayanların düşünceleri herkes tarafından önemsenecektir. İş bu kadarla da bitmiyor. Yorumun hangi olaylar üzerinde ve ne zaman yapılacağı, ne boyutta olacağı akıldan çıkarılmamalıdır. Bunlar tecrübe ister. Fatih hocanın dinlediğimiz iki karşılaşmada yaptığı yorumlarda, maçla ilgili olanları tam isabet. Ne var ki, zaman zaman konu dışına çıkarak sanki bir spor programındaymış gibi kendisiyle ilgili veya dolaylı başka olaylara değinmesi ise tamamen bir acemilik. Burada biraz da maçı anlatan arkadaşlarımızın deneyimsizlikleri var. Yorumcuyu sınırların dışına çıkarmamaları gerekir. Oradaki görevi sadece maçla ilgili yorumlardır. Fatih Terim ve spiker arkadaşlar bu konuda deneyim kazandıkça futbol yayınındaki yorumcu sorununa da çözüm gelir.