Kan... Kurşun... Barut... Üsküp'ten kötü haberler geliyor. Sınırdaki Arnavut milislerin şehir içine sızdığını haber alan Makedon polisi; kanlı bir operasyonla 5'ini öldürdü. Doğduğum şehir, ilk kez kana bulandı. Üzüldüm. Bana birisi "Memleket neresi?" diye sorduğunda; "Memleket burası ama, doğduğum yer Üsküp" derim. Haaa" derler o zaman; "Yani sen muhacirsin..." Böyle söyleyene içerlerim: - Hayır kardeşim, yanlış biliyorsun... Ben orada muhacirdim. Şimdi ana yurdumdayım. Anlamazlar... İzah ederim: Osmanlı İmparatorluğu fetihlerle genişleme sürecindeyken... Ele geçirilen topraklarda Türk nüfusu oluşsun diye; Konya havalisinden o bölgelere Türk aileler gönderildi... Biz onlardanız. O topraklardaki misyonumuzu tamamladık. Sonunda, geri döndük. Artık kendi topraklarımızda... Öz yurdumuzda... Ana yurdumuzdayız... Dolayısıyla; biz oradayken göçmen ya da muhacirdik... Memlekete döndük, muhacirlik bitti. Anlayın artık! 7 yaşıma kadar Üsküp'te kaldım. Tek kelime Sırpça, Makedonca, Hırvatça, Arnavutça, Boşnakça bilmem... Annem 40 yaşında iken Türkiye'ye geldi. O da Türkçe'den başka tek kelime bilmezdi. 5 vakit namazında - niyazında yüzde yüz Türk ve yüzde yüz Müslüman bir kadındı. Bir gün dahi, evet bir gün dahi... Namazını kazaya bırakmadı. Yaşamının son bir ayında, gücünün ayağa kalkmaya yetmediği günlerde bile; oturduğu yerden ibadetini aksatmadı. Annemin Allah'a yakınlığı, inancı ve asla eksik olmayan duaları; bizi bir çok feleketten, sıkıntıdan, acıdan uzak tuttu. Her türlü olmsuzluk karşısında, bize dayanma gücü verdi. Belki çok varlıklı olamadık. Ama evimizden bereket hiç eksik olmamıştır. O dualar, bizi bir zırh gibi hep korudu! Üsküp'teki mahallemizde kasabımız, bakkalımız, manavımız, fırıncımız hepsi Türk'tü... Çünkü birlikte, iç-içe, yan yana otururduk. Okulumuzda bütün derslerimiz Türkçe'ydi. Sağımızda - solumuzda büyük camiler vardı. Ezan sesiyle uyanırdık. Çan sesini ben orada değil, ilk kez Türkiye'de duydum. Mirkoviç, Petroviç ya da Stoykoviç adlı tek arkadaşım dahi olmadı. Ya Süleyman'dı... Ya Mustafa'ydı... Ya da İsmail! Büyüklerimiz; Türk ve İslam kimliğimizi her koşulda büyük bir hassasiyetle korurdu. Yabancılardan kız almaz, yabancılara kız vermezlerdi. Bu yüzden ırkımız hep temiz kaldı. Amcam Emin Alkış, kendisi ve oğlu Kerim, askerlik çağına geldikleri halde; Yugoslavya'da silah altına alınmamışlardı. Çünkü Sırp askeri olmamak için hep kaçmışlardı. Bir yolunu bulup Türkiye'ye sığınınca; "Biz askerlik yapmadık. Bu nedenle oğlumla birlikte vatani vazifemizi yapmak istiyoruz" dediler.. Amcam yaşı nedeniyle kabul edilmedi,ancak oğlu Kerim silah altına alındı. Emin Alkış; Ankara'ya gidip Çankaya Köşkü'ne çıktı ve dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar'la görüşerek; askerlik yapabilmesi için kendisine de "Özel izin" çıkarılmasını istedi. Bayar da, Genelkurmay'la görüşerek; Türk ordusunda askerlik için yanıp tutuşan amcamın, oğlu ile birlikte vatani görevini yapabilmesine imkan sağladı. Böylece, ikisinin de yaşı hayli geç olmasına rağmen; baba-oğul birlikte askerlik yaptılar. 1948'de Yugoslavya Federasyonu kurulduğu zaman; Türkler de federatif devletlerden biri olmak istedi, ama izin vermediler. Bu yolda mücadele veren Yücel Teşkilatı'nın 12 lideri idam edildi. Yüzlercesi hapislerde çürütüldü. Kırıldılar, katledildiler ama; boyun eğmediler. Tito, Türkler'in milliyetçiliğinden ürktü ve sürüncemede kalan Türkiye ile ilk göç andlaşmasına, derhal imza attı. Anavatana, o şehitler sayesinde döndük. Başlarına bela olmayalım diye bizi bıraktılar. Yugoslavya'da seri cinayetler işlenirken, buradakiler kılını bile kıpırdatmadı. Biz gene de, Türkiye sevgisinden vazgeçmedik Ne geçmişte... Ne şimdi... Ne gelecekte... Asla!