Çelişkiler ve belirsizlikler yumağı içinde yaşıyoruz. Türkiye'nin geleceğini Avrupa Birliği üyeliğine bağlamış ve Anayasamızı da üyeliği "haketmek", daha doğrusu Avrupalılara hoş görünmek için alelacele değiştirmişken, AB'nin, Belçika'nın Ghent şehrinde ve Belçika Başbakanının başkanlığında yapılan zirve toplantısında, 2002 Martında, Birliğin geleceğini tartışacak ve karara bağlayacak Platform'a 12 aday ülkenin çağrılmasına karar verilmiş ancak Türkiye'nın bu Platform'a çağrılıp çağrılmaması konusu, Aralıkta yapılacak Zirve toplantısına kadar askıya alınmış. Bu toplantıda da sunulacak "ilerleme raporuna" göre karar verilecekmiş. Şimdiden söyliyeyım; o toplantıda da büyük ihtimalle, kaşınızın altında gözünüz vardır bahaneleriyle Türkiye'yi Platforma davet etmeyeceklerdir. Zaten şimdiden "Anayasa değişiklikleri iyi de yetmez, uygulamalara bakalım" filan demeye başladılar. Riyakârlık Bu durum karşısında, AB Konseyinin genişlemeden sorumlu üyesi Gunther Verheugen dahi, bir taraftan bıyık altından "Endişe etmeyiniz. Türkiye hiçbir zaman üye olamaz" denmesini riyakârlık, iki yüzlülük olarak tanımladı, "Türkiye'nin AB üyeliği ile ilgili olarak, ciddi olmadığımız izlenimini oluşturursak AB ve NATO adına istikrarlı bir ortağımızı kaybetmiş oluruz" dedi. Verheugen doğru söylüyor ama şu bağlamda o dahi, bizi oyalamak ve kriterlere daha fazla zorlamak, bu arada AGSP (Avrupa Güvenlik ve Savunma İnisiyatifi - Avrupa Ordusu konusundaki direncimizi gevşetmek ve Kıbrıs'ın AB'ye alınmasına yol açmak için mi ve Belçika Başbakanı Verhofstadt'ın "kötü polisliğine" karşı "iyi polıs" olarak, sureti haktan görünmek için mi bu derece hayırhah konuşuyor, diye düşünüyorum. Avrupa Ordusu 11 Eylül 2001 saldırısından sonra Orta Asya'da jeostratejik kıymetimiz anlaşılırken, bu manevralar anlamlı. Başından beri hep söylediğim gibi, Avrupalılar, Türkiye'yi başka alternatiflere kaymayalım diye oltanın ucunda oyalarken, doğal milli çıkar dirençlerimizi teker teker kırmak, bizi kendilerine ram etmek isterler. Bu arada sağlam bir kozumuzu, yani Avrupa Ordusu'nun karar mekanizmalarında söz sahibi olmadan, bu kuvvetin, bizim insan gücümüzden ve NATO'nun imkanlarından yararlandırılmasına karşı direnmemizi, yani paralı asker durumuna düşmemek kozumuzu, elimizden almak isterler. Bir gerçek daha var: Şimdi terörle mücadelemizde ne kadar yalnız bırakılmış olduğumuz belli iken, şimdi aleyhimizde "kötü polis" rolüne soyunan Belçika'nın, hâlâ DHKP ve PKK terör örgütlerine arka çıkmaları. Dursun Karataş ve Fehriye Erdal'ı koruımakta ısrar etmeleri! Bir çelişki de var: Başta Belçika, bazı ülkelerin bugün bile terör kendi hudutları içinde olmadıkça teröristleri himaye ediyorlar, bir taraftan, bizi açıkça Müslüman olduğumuz ve "farklı kültürümüzden" dolayı dışlarken, Türkiye'ye düşman İslamı ve ideolojik teröristleri içlerinde barındırıyor hatta onlara destek veriyorlar. Kabak tadı Gündüz Aktan'ın da dediği gibi bunlar kabak tadı verdi. Bu durumda (ötedenberi benim hep tekrarladığım gibi) "AB kapısında yalvarmakta devam mı edeceğiz?" Gündüz Aktan durumu gayet veciz bir şekilde ortaya koyuyor: "AB'ye üyelik herhangi bir uluslararası kuruluşa üye olmaktan çok farklı AB, milletin ve devletin varlığını ve geleceğini birleştireceğimiz, her alana yayılan ulusüstü -ve ulus devleti yok edecek- bir model... Gerçekten bizi istemeyen, ama ya jeostratejık önemimiz yüzünden bizi feda da edemeyen, ya da tarihindeki felaketler nedeniyle, kendisinin artık farklı din ve kültürlere hoşgörülü olduğunu kanıtlamak için bizi kullanan ülkelerin bulunduğu bir kuruluşa istikbalimizi nasıl bağlarız?" Acaba, şu sırada gene AB'den şefaat istemek, için Brüksel'e gelecek olan, Türkiye'yi, her ne pahasına olursa olsun, AB'ye sokmaktan sorumlu Mesut Yılmaz bu çelişkilerin veya inceliklerin farkında mı? En önemlisi, Hükümetimiz ve Dışişleri Bakanımız, şu sırada bu gerçekleri AB çevrelerine karşı "haykıracak" durumda. Dünya ve Türkiye tarihinin bir ayıraç döneminde, bu hususları iyi düşünmemiz, kendi kozlarımızı, gücümüzü iyi bilmemiz ve ucuza gitmememiz gerekiyor!