Anadolu yakasındaki gösterişli alış veriş merkezindeki kuru temizlemecinin tabelâsında "Dry Center" yazıyordu. Tercümesi falan yoktu, sadece: Dry Center. Tezgâha yaklaşıp sordum: "Neden Dry Center yazdınız?" O şubenin sorumlu müdürü olduğunu söyleyen kibar genç açıklamaya koyuldu: "Efendim, biz Avrupa standartlarında çalışan bir şirketiz. İstanbul'da Avrupa standartlarında hizmet veren kuru temizlemeci sayısı çok değildir. Türkiye, biliyorsunuz, Avrupa Birliği'ne aday bir ülke. Dry Center, İngilizce'de kuru temizlemeci demek. Biz burada her milletten insana hitabediyoruz." Genç adamın lâfları sizi ikna etti mi bilmem ama beni etmedi. "Avrupa standartlarında iş üretmek için kendi dilimizi ikinci plana itmek gerekli midir?" dedim. Dedi: "Elbette hayır ama..." "Hem Avrupa Birliği'nin dili İngilizce değil ki..." dedim. Dedi: "Evet, ama..." "Türkiye toprakları üzerinde yaşadığımıza göre her milletten insan arasında ilk sırayı Türkçe konuşan yurdum insanının alması gerekmez mi?" dedim. Dedi: "Tabiî ki öyle ama..." Radyoda spiker anlatıyordu. Bir benzin istasyonunun araba yıkama ünitesi üzerine "car wash" yazılmış. Benim gibi şaşkın bir müşteri istasyon sahibine sormuş: "Neden car wash yazdınız buraya?" İstasyon sahibi sorunun sorulma sebebini bile anlamamış olacak ki, "Biz Avrupa standartlarında servis veriyoruz" falan diye açıklamaya girişmeden cevaplayıvermiş: "Ne yazsaydık ya?! Oto yıkama burası..." Öyle ya! Ne yazsalardı? Yurdum insanı artık İngilizce konuşur oldu. "Car wash"ın, "dry center"in ne demek olduğunu benden başka bilmeyen mi kaldı? Özel hastahâneler tabelâlarına "hospital" yazar, mağazalar vitrinlerine "show room", bakkallar "The Bakkal", manavlar "The Manav". Bunlar hep Avrupa Birliği standartlarını yakalamak uğrunadır. O hastahâneye, mağazaya ya da bakkala, manava ulaşmak için geçilen yolun hendek gibi çukurları, çamurları, çöpleri kimsenin umurunda değildir. Atatürk Havalimanında dış hatlar terminalinin, üzerinde "duty free shop" yazılı dükkânlarından birinde yerli çay arıyorum. Lipton var, Sir Winston var, Twinings var, bizimkiler yok! Raflarda bulamayınca belki ben görememişimdir diye görevli hanıma sordum. "Maalesef" dedi. Maalesef yok! Öteki dükkânlarda da yok! Ben bu yokluktan utandım, yerlere girdim, onlar ayıbın farkında bile değildi. Düşünebiliyor musunuz, benim havalimanımda benim çayım yok! Hadi terminal içinde kullanılan el arabaları, çöp kutuları, koltuklar bile ithal malı, bu yüksek teknoloji (!) ürünlerini imal edemiyoruz; ama biz dünyada, topraklarında çay bitkisi yetişen, çay üreten birkaç ülkeden biriyiz. Çay "bize ait" birkaç kalem maldan biridir. Havalimanından dış ülkelere uçmakta olan bir Türk yahut bir yabancı beraberinde bir paket Türk çayı götürmek isteyemez mi? Götürmek istemesi için ışıl ışıl yerli çay paketlerini raflara dizerek görüş sahasına sokmamız gerekmez mi? Kim karar veriyor bu işlere? Yani "Yeni Rakı" ile "Tekel 2000" de olmasa bu mağazalarda Türkçe yazılı, Türk malı görmek mümkün değil. (Zaten büyük şehirlerimizde herhangi bir lüks mağazanın lükslüğü, sattığı bir tahta maşanın bile Bolu'dan değil, Taiwan'dan gelmiş olmasına bağlı). Kendi ülkemizde kendi malımıza, kendi dilimize tavrımız böyle olunca başkaları da Türkçe'yi hesaba katmaz elbet. THY uçağının içinde satın aldığınız herhangi bir yabancı marka malın (içki ile sigara dışında yerli marka zaten yoktur) kutusundan çıkan kâğıtta, Hollandaca'sından Portekizce'sine kadar Avrupa'nın bütün dillerine ilâveten herbiri kendi alfabesiyle olmak üzere Arapça, Çince, Japonca, Rusça açıklama var, Türkçe yok! Neyse, ses etmeyin... Avrupa Birliği standartları...