Memleketten HABER VAR -8-
Okuyucularımız hatırlarlar Kafkas ile kestane şekeri üzerine çok tatlı bir muhabbet yapmıştık zamanında. Bugün de uzatalım mikrofonu gazozcularla kebapçılar konuşsunlar.
İskender'den başlayalım mesela!
Yıl: 1850'ler. Yer: Tabii ki Bursa
Efendim Bursa'da kebapçılık yapmakta olan Mehmed Efendi'nin oğlu İskender ufku açık bir gençtir sürekli yenilik arar. O günlerde daha ziyade kuzu çevirir tandır filan yaparlar.
Kazandıkları bol bol yeter ama Mehmed Efendi işini geliştirmek için çareler arar, çocuklarının da fikrini sorar. Bizim İskender fırsatı değerlendirir "kuzuyu dikine çevirsek ya" der büyük bir heyecanla.
Mehmed Bey olgun bir insandır teklifi kulak ardı etmez "dene bakalım" der ağız ucuyla. İskender önce yekpare koyundan başlar sonra kemik ve sinirlerden arınmış parçaları şişe takar. Kılıç endamlı bir bıçak bulur, yaprak gibi ince ince kesip servis yapar.
Ve döner efsanesi doğar.
İSİM YAPMAK KOLAY MI?
İlgi büyüktür ancak İskender usta arayışdan bıkmaz. Eti kendince terbiye eder, kebap tabağını zenginleştirmeye bakar. Şöyle ki: Önce bakır lengerlere pide dizer, üzerine etleri yayar. Bir kenarına yoğurt koyar, öbür kenarına da formülü kendine malum hafif acılı bir salça... Üzerine de cozzz diye erimiş tere yağını da boca etti mi tamam.
Bursa dediğin henüz üç beş mahalleden (Tahtakale, Reyhan, Maksem, Tophane) ibarettir ve Kayhan çarşısındaki 20 - 30 metrekarelik dükkanın ünü şehir hudutlarını aşmaya başlar.
İskender Usta işi çocuklarına da öğretir, Süleyman İskenderoğlu neredeyse yarım asır (1909-1965) bıçak sallar. Derken bayrağı Yavuz İskenderoğlu devralır ve kervana oğullarını da (Oğuzhan ve Kayhan) katar.
İLK DURAK STUTTGART
Sonrasını biliyorsunuz, hızla yayılan ağ, İSO belgeleri, on-line sipariş ve rezervasyon, Web siteleri, ödüller, mükafatlar, mülakatlar...
Yıldan yıla ünlenirler, öyle ki taklid edilecek kadar!
Yavuz Bey bu lezzeti teknoloji ile harmanlamaya çalışıyor. "Dede sosu"nu konservelemiş, şırayı pastorize ettirmeyi başarmış. Bu iki temel ürün elinde olduğuna göre artık yurt dışına açılabilir.
Yavuz Bey "Marka en güçlü silah" diyor, "Çin, Fin, Macar, İtalyan, Fransız mutfağına karşı cesurca bir çıkış yapmanın zamanı geldi de geçiyor. İskenderi fast food haline getirdim, müşterilerimiz 35 saniyede tabağını önünde bulacak. Eskiden ısrarla 'şubemiz yoktur' tabelası çakardık şimdi 'şubemiz çoktur' diyebilmek için çırpınıyoruz. Ama zincirler kurmak kolay değil, yayılırken hata yapmamaya çalışıyoruz. İlk durağımız Stuttgart olacak, ardından Letonya Riga..."
GEÇ BİLE KALDIK
"Şubemiz yoktur" noktasından "şubemiz çoktur" noktasına gelen Yavuz İskenderoğlu, yurt dışında açılacak zincirler için hazırlıklarını tamamlamış. Dede soslarını konserve haline sokmuş, şırayı pastörize ettirip korumayı başarmış.
Su ve şeker farkıyla... Uludağ gazozunun saklanmayan sırları var. Biri dağ suyu, ikincisi toz şeker.
Meşrubat pazarı zor mu zor, biliyorsunuz bu arenada ekseri yabancılar at koşturuyor... Türkiye'de belki ikibin firma (Zafer, Elvan, Cincibir, Sensun, Olimpos, Nil, Niğde, Çamlıca) bu işe giriyor ama içlerinden pek azı el değiştirmeden ayakta kalabiliyor. İşte onlardan biri Uludağ!
1870'li yıllar... 650 rakımlı Çaybaşı Köyü'nde nefis bir maden suyu çıkıyor. Talat Paşa ve Fuat Bey bunu işletmeyi düşünüyor ve bir Fransız yatırımcı ile "Keşiş Dağı Maden Suyu"nu kuruyorlar.
Varisleri işin başında duramıyor, "al işlet" deyip Mehmet Hakkı Bey'e (Erbak) kiraya veriyorlar, ki o zamanlar buna müstecirlik deniyor. Cumhuriyetin kuruluşu ile müstecir Erbak'lar, bizzat imtiyaz sahibi oluyor. İkinci kuşak (Nuri Bey) ise Nilüfer markası ile porselen tıpalı gazoz işine girişiyor. 1932'den itibaren iki müesse birleşiyor ve "Uludağ" adını alıyor.
Şimdi kaptan köşkünde Ömer Kızıl oturuyor, markanın bayrağını hudutlar ötesinde dalgalandıran genç yönetici o günleri anlatırken duygulanıyor: "Nuri Dedem gazozun şerbetini özene bezene hazırlardı" diyor, "sonra minik cezvesiyyle tek tek şişelere koyardı. Gazını basar, kapatırlardı. Standartı yoktu tabii, bazen kapak açıldı mı dördüncü kata fırlardı."
AYILANA GAZOZ
Ömer Bey "Gazozumuzun elbette bizce malum bir formülü var" diyor, "Cacocola'nın formulü Atalanta da yerin 9 kat altında saklanıyormuş diye anlatırlar ya, ben de ziyaretçileri gezdirirken kilitli bir oda önünde duruyor sağa sola şüpheli şüpheli bakıp 'formülümüz burada gizli' diye fısıldıyorum.
Evet sırlarımız var ama saklamıyoruz. Hatta ilan ediyoruz. Birinci sırrımız Uludağ suyu... Lakin arıtmıyoruz, minareller içinde kalıyor. Çökeltme yolu ile sertlik yapan kalsiyum ile magnezyum alınıyor o kadar.
İkinci sırrımız ise sadece şeker pancarından elde edilen toz şeker kullanıyor olmamız. Bence bu çok önemli, zira "bazı gazozlar" kanser yaptığı bilinen aspartam ile tatlandırılıyorlar. Diyet olsa suni tatlandırıcıyı anlarım ama bunu çoluk çocuğun eline tutuşturmak ne kadar doğru sormak lazım. Sonra "doğal aroma" ile "doğala özdeş aroma" aynı şey değil, bakın bu nüans da gözden kaçıyor.
BAYILANA LİMON
Nerede Türk varsa biz orada olacağız demiş ve yetmişli yıllardan beri ihracat yapmışız. Artık sadece Türklerden değil diğerlerinden de talep alıyoruz, Avrupa'da gözler 'efsane şişemizi' arıyor. Yurt içinde Uludağ gazozunun % 20 pazar payı var, Frutti % 22 ile meyveli maden suyunda öncü, Uludağ limonata ise yepyeni bir çığır açtı, % 95 ile liderliğini sürdürüyor. Geçtiğimiz yıl tek başına 20 milyon dolar ciro yaptı. Şimdi göreceksiniz yabancılarda limonata işine atlayacaklar. Zaten ilkler hep bizde. İlk pet şişe, ilk vidalı kapak, ilk diyet meşrubat, ilk aile boyu cam... 2001 ciromuz 16 milyon dolardı, 2008 ise 105 milyon dolar. Türkiye'de bir milyar doları bulsak, inanın dünyayı sallarız."
Hatırlar mısınız bilmem, Bursasporlu Elvir Baliç elinde Uludağ şişesi ve yarım türkçesi ile "söndüğg atejini" derdi bir zamanlar.
Rekabet kıran kırana, piyasanın ateşi ise hızla yükseliyor.
40 ÜLKEYE ULAŞIYORUZ
Ömer Kızıl"Sadece Türklerden değil diğerlerinden de talep alıyoruz, dünya 'efsane şişemizi' arıyor" dedi.