Resûlüllah’ın devlet başkanı olarak “Medine Vesikası”nı yayınlaması

Sesli Dinle
A -
A +

Peygamberimiz aleyhisselâm, Medine'ye hicret ettiği zaman, ilk işi, Mekkeli ve Medineli Müslümanlar arasında - kendilerini mallarıyla ve canlarıyla birbirlerine bağlayan- bir “kardeşlik” kurarak, Medine'de güçlü bir İslâm toplumu oluşturmak olmuştu.

 

Ancak Medine’de Müslüman toplumun dışında, çeşitli müşrik Arap ve Yahudi kabileleri vardı. Önce Müslümanlarla birlikte bu farklı topluluklar arasında her grup ve ferdin uyması gereken “toplumsal kurallar”ı ortaya koyan bir vesikanın/belgenin hazırlanması ve bu toplulukların onayı alındıktan sonra ilân edilmesi gerekiyordu. Çünkü her toplumda huzur ve sükûnun sağlanması, ancak belli kurallara uymakla mümkün olacaktı.

 

Nitekim öyle oldu. Yeryüzünde “Hakk”ın temsilcisi, âdaletin bânisi, dünya ve âhiret saadetinin rehberi son Resûl, kerim olan arkadaşlarıyla birlikte bir vesika hazırladılar. Bu belge, her an Cibrîl-i Emîn’in ta’lim ve koruması altında vahiy ve ilham merkezli bir hüviyet taşıyordu. İnsanların tabii haklarına saygılı ve âdildi. Farklı inanç grupları, bu vesikaya hemen onay verdiler.

 

Bu durumda Resûlüllah, bu toplumsal mutabakat/sözleşme ile Medine Şehir Devleti’nde sadece Müslümanların lideri değil, farklı inanç topluluklarına teklif götüren ve onlarla toplumsal anlaşma yapan bir başkan hâline gelmiş oldu.

 

Kaynak kitaplarda Muvâdaa/düşmanlığı bırakma ve Muâhede/andlaşma gibi isimlerle yer alan bu belgeye “Medine Vesikası” denir. Sonra, 47 adet madde hâlinde tasnif edilmiştir.

 

 

 

MEDİNE VESİKASI

 

Vesika’nın bazı maddeleri şöyledir:

 

1. Vesikayı imzalayanlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil eder. 

 

2. Hiçbir Mü’min, diğer Mü’minin mevlâsı ile ondan habersiz bir anlaşma yapamayacaktır.

 

3. Avfoğulları daha önce olduğu gibi kan diyetini ödemeye iştirak edecek ve Müslümanların teşkil ettiği her zümre, savaş esirlerinin fidyesini Mü’minler arasında adalet esasına göre verecektir.

 

4. Hiçbir Mü’min, kâfir için bir Mü’mini öldüremez ve Mü’min aleyhine kâfire yardım edemez.

 

5. Allah’ın zimmeti, himaye ve teminatı tektir, dolayısıyla Mü’minlerden - yetki bakımından - en aşağı derecede olan birinin kabul ettiği himaye, onların hepsini bağlar, zira Mü’minler birbirinin kardeşidir.

 

6. Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramadan ve onların düşmanlarıyla yardımlaşmadan yardımımıza hak kazanacaktır.

 

7. Mü’minler arasında geçerli olan barış, tektir. Hiçbir Mü’min, Allah yolunda girilen bir savaşta diğer Mü’minleri hariç tutarak bir anlaşma imzalayamaz; anlaşma, ancak Mü’minler arasında eşitlik ve adalet çerçevesinde yapılacaktır.

 

8. Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin malını ve canını himayesi altına alamaz ve hiçbir Mü’minin Kureyşlilere müdahalesine engel olamaz. 

 

9. Bir kimsenin bir Mü’minin ölümüne yol açtığı kesin delillerle sabit olur ve maktulün velisi diyete razı olmazsa, o kimse kısas hükümlerine tâbi olur; bu takdirde bütün Mü’minler öldürene karşı tavır alır. Bunlara sadece bu hükmün uygulanması için hareket etmek helâl olur. 

 

10. Üzerinde ihtilâfa düşülen konular, Allah’a ve Resûlü Muhammed’e arz edilecektir.

 

11. Yahudiler, Mü’minler gibi savaş devam ettiği müddetçe, savaş masraflarını kendileri karşılayacaktır.

 

12. Haksızlık yapan veya suç işleyen kimse, yalnız kendine ve aile fertlerine zarar vermiş olacaktır.

 

13. Benî Sâide Yahudileri, Avfoğulları Yahudileriyle aynı haklara sahiptir. 

 

14. Yahudilere sığınmış olan kimseler, bizzat Yahudiler gibi kabul edilecektir. 

 

15. Yahudilerden hiçbir kimse, Hazret-i Muhammed’in izni olmadan - Müslümanlarla birlikte savaşa - katılamayacaktır. 

 

16. Bir yaralamanın intikamını almak, yasak edilmeyecektir. Bir adam öldüren kimse, yalnız kendini ve aile bireylerini sorumluluk altına sokmuş olur. Bu sorumluluktan kaçmak, haksızlıktır. Allah, bu kurallara riayet edenlerle beraberdir. 

 

17. Kureyşliler ve onlara yardım edecek olanlar, himaye altına alınmayacaktır.

 

18. Bu vesikada zikredilen kişiler, Yesrib’e saldıracak olanlara karşı yardımlaşacaktır.

 

19. Avfoğulları Yahudileri, Mü’minlerle birlikte bir ümmet teşkil eder. Yahudilerin dinleri kendilerine, Mü’minlerin dinleri de kendilerinedir. Buna mevlâları da dâhildir.

 

20. Bu vesika, haksız bir icraatta bulunan veya suç işleyenlere ayrıcalık sağlamaz yahut cezalandırılmasına engel olmaz. Savaş için yola çıkanlar da Medine’de kalanlar da emniyet içinde olacaktır; haksız bir fiil ve suç işlenmesi hâli müstesnadır. İyilik yapanlar ve sorumluluğunun bilincinde olanlar, Allah ve Resûlünün himayesi altındadır (el-Mektebe eş-Şâmile, II/106-108). 

 

Peygamber aleyhisselâm, Medine Vesikası ile Muhacir ve Ensar’ın tam bir dayanışma içinde olmasını sağlamayı, onları hukukî güvence altına almayı, Kureyş müşrikleriyle Medine’deki Müşrik ve Yahudilerin Müslümanlara karşı muhtemel iş birliğinin önüne geçmeyi ve dışarıdan Medine’ye gelebilecek bir saldırı karşısında şehirde yaşayanların birlikte hareketini temin etmeyi amaçlıyordu.

 

Vesika, Medine’de yaşayan dinî, siyasî ve etnik grupların iç işlerinde bağımsız, dış tehlikeler karşısında birlikte hareket etmelerini öngörmesi, şehirde siyasî birliği sağlaması, din ve vicdan hürriyetini, can, mal ve namus güvenliğini hukukî güvence altına alması gibi temel hükümleri kapsıyordu (bk. DİA, Medine Vesikası mad.).

 

 

 

VESİKA, İLK ANAYASA MI?

 

 

 

İslam âlimlerine karşı, Müsteşriklerin “âlim” olarak öne sürdükleri “Ilımlı İslam” temsilcisi ve Bâtınî dâîsi M. Hamidullah, Medine Vesikası’na “İslam’da ilk yazılı anayasa” demektedir. Acaba bu tanımlama, doğru mudur?

 

Her şeyden önce şu bir gerçektir ki, her dinin ve ilim dalının kendine mahsus kavramları vardır. Buna göre bir din veya bir ilim dalı, bu kavramlar çerçevesinde ele alınır. Her dua, namaz olmadığı ve her malî yardım, zekât yerine geçmediği gibi, Mekke’ye her turistik seyahat da hac değildir. Bunların her birinin İslam dininde vakti, niyyeti ve şartları vardır.

 

Aslında Medine Vesikası, toplum düzenini sağlama, insan hakları ve âdil davranma bakımından fevkalâde önemli bir belgedir. Batı’nın arenalarda insanları vahşî hayvanlara parçalatması ve Engizisyon Mahkemelerinin farklı mezhepte olanlara ölüm fermanları çıkartmasına karşılık, insan hakları temelinde tam ve hakiki bir medeniyet vesikasıdır. Ancak, Batı kriterleri anlamında bir anayasa değildir.

 

 

 

İSLAM’DA ANAYASA

 

 

 

İslam’da Batı’nın algıladığı anlamda anayasa var mıdır? Bu soruya cevap vermeden önce, İslam’ın temel kaynakları nelerdir? Onları kısaca görelim:

 

1. Kitap: İslam dini, yüce Allah tarafından resûlü Muhammed aleyhisselâm’a gönderilmiş son dindir. Kitab’ı, Kur’an-ı Kerim’dir. Vahyin dışında Kur’ân’da insan sözü olmadığı gibi, Hazret-i Peygamber’in sözleri de yoktur.

 

2. Sünnet: Peygamberimiz aleyhisselâm, hadisleriyle Kur’ân-ı Kerim’deki âyetleri açıkladığı gibi, ibadetlerin nasıl yapılacağını, haram ve mekruhların neler olduğunu, âhiret ve gayp bilgilerini de bildirmiştir. Özet olarak, tebliğ ve tebyin görevini tam ve kusursuz yapmıştır. Onun mübarek ve şerefli sözleri, râviler vasıtasıyla nakledilip hadis imamlarınca kitaplara geçirilmiştir.

 

3. İcmâ: Bir asrın müctehidlerinin şer’î bir hüküm üzerinde ittifakıdır. Bu durumda icmânın şartları, kişinin Müctehid olması, Şer’î/dinî bir hüküm üzerinde İttifakın sağlanmasıdır. Avamda veya aklî yahut tıbbî bir konuda icmâ olmayacağı gibi, meselâ, aynı çağda on Müctehidden biri “dinî bir konu”da farklı bir hüküm beyan ederse, yine icmâ hâsıl olmaz.

 

4. Kıyas/İctihad: Şeriat’te hakkında açık hüküm bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak özelliğe/benzerliğe dayanarak hükmü açıkça belirtilen meseleye göre belirlemeğe kıyas denir. Ancak bunu Müctehid imamlar/âlimler yapar. Fıkıh Usûlü’nde âlimler, yedi tabaka olarak ifade edilir. İlk üç sırada, Mutlak Müctehid, Mezhepte Müctehid ve Mes’elede Müctehid olanlar vardır.

 

İslam’ı bu hüviyetiyle, tamamen insan ürünü olan “anayasa” olgusu ile yan yana getirmek, elbette mümkün değildir. İslam, vahiy temellidir ve değişime/değiştirilmeye kapalıdır. Fakat anayasalar, toplum ihtiyaçları ya da baskı sonucunda ortaya çıkan beşer karakterlidir ve değişime/değiştirilmeye açıktır.

 

Ancak konu bir benzetme ile anlatılacak olursa; kanun, tüzük ve yönetmelikler, nasıl anayasaya uygunluk çerçevesinde çıkarılıyorsa, Kur’ân-ı Kerim de sünnet, icmâ ve kıyası için İslam ümmetinin temel düsturudur.

 

 

 

İSLAM’IN DOĞRULUĞUNA İNANAMAYANLAR

 

 

 

Buna göre, İslam dini, vahiy ve ilham temellerine dayanan bir dindir. İcmâ ve ictihadın, hiçbir zaman bu yapıyı ihlâl edici bir fonksiyon yüklendiği görülmez. Ulemâ kadrosuyla birlikte Dört Mezhep gerçeği, bunun en açık delilidir. Zaten diğer din sâliklerini, Oryantalistleri ve Müsteşrik bağımlısı İlahiyatçıları çileden çıkaran ve başlarını döndüren bu özellik olmaktadır. Kütüb-i Sitte, Kütüb-i Tis’a/dokuz kitap ve diğer hadis kitaplarına saldıranlar, söz gelişi – zayıf da olsa – hırsızlık yapın, başkasının malına saldırın, haram yiyin, namaz kılmayın, hile yapın, yalan söyleyin, iftira edin, zina edin, kâfirleri dost edinin şeklinde kayıtlara geçen 800 binden fazla hadis içinde bir habere (!) rastlayabiliyorlar mı?

 

İslam’ın bu yapısını kabullenemeyen, aslında bu yapıya inanmayan MüsteşrikMisyoner ve İlahiyatçılar, işi ancak “inkâr”da bulmakta, hadis, Buhârî’de, Müslim’de olsa dahi “ben inanmıyorum” diyebilmektedirler. Elbette bu davranış, bilimsel değil, ideolojiktir. Bu, “dünyanın döndüğünü söyleyen Galileo’yi yargılayan yargıç ve taraftarlarının inkârına benzemektedir.

 

Ancak konu, Müşriklerin, Yahudi ve Hristiyanların haklarını koruyucu bir vesika/belge olunca, hadis kitaplarında yer alıp almadığına bakmadan tereddütsüz onu kabullendikleri, hatta ona fevkalâde sıfatlar yükledikleri görülmektedir.

 

İşte Medine Vesikası, bu sakîm zihniyet ve tutuma en güzel bir örnektir.

 

 

 

VESİKA’YA İDEOLOJİK YORUM

 

 

 

M. Hamidullah, Medine Vesikası’nı niçin İslam’da ilk yazılı anayasa olarak nitelendirmektedir? Bu konu tahlil edildiğinde, şu sonuçlara varmak mümkündür:

 

1. Kur’ân-ı Kerim’i gölgede bırakmak. İslam dininin temel kaynaklarının başında Kur’ân gelir. Sünnet, icmâ ve ictihad, ona bağlıdır, ona dayanır. O da tamamen vahyîdir. Bu vahyin sunucusu da, Cibrîl-i Emîn’dir. Onun için İslam düşmanları, vahyi – İslam Şeratı’nın bildirdiği melek vasıtasıyla veya doğrudan Allah’tan değil de – bir nevi parapsikolojik ve metapsişik bir olay olarak görürler. Zaten Mekke kâfirleri de bundan dolayı, Resûlüllah’ı mecnûn olarak vasıflandırmışlardı (Hicr, 6).

 

Materyalist İlahiyatçılar, Cibrîl-i Emîn’i, vahyi getiren bir melek olarak telâffuz etmezler. Ülkemizde ve bütün İslam dünyasında bu sapkın inancın önderliğini, Kur’ân-ı Kerim’in ahkâmını inkâr eden Tarihselci Fazlurrahman yapmaktadır. Kâfir olduğu gerekçesiyle Pakistan’da hakkında “ölüm” fetvası verilen Fazlurrahman, Batı’ya sığınarak canını kurtarmıştır. Ülkemizde Fazlurrahman’ın fikir ve kitapları, Ankara Okulu tarafından yayılmaktadır. Bu okulun önde gelen Bâtınî dâîsi ve cennet âyetleriyle açıkça alay eden Mustafa Öztürk, Türkiye’yi terkederken - Almanya’da ehl-i salîp dostlarına kavuşma hasreti içindeyken - “İslam, sizin olsun, artık tepe tepe kullanın” demiştir.

 

Ülkemizde Ehl-i Sünnet karşıtı Ankara Okulu ideolojisine bağlı yüzlerce ilahiyatçı mevcuttur. Bu ilahiyatçıların yetişmesinde M. Hamidullah’ın büyük payı vardır (bk. DİA, M. Hamidullah mad.).

 

2. Sünnet, icmâ ve kıyası hükümsüz kılmak. Hamidullah’ın Medine Veskası’na “anayasa” fonksiyonu yüklemesi, aslında İslam’ın ikinci, üçüncü ve dördüncü derecedeki kaynaklarını etkisiz hâle getirmeyi amaçlamaktadır. Çünkü Hamidullah’ın İslam dininin diğer konularıyla ilgili fâsit ve bâtıl açıklamaları, bunun delili olmaktadır. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir:

 

1) Ayetle sabit olan “Mescid-i Aksâ, göklerdedir” demektedir.

 

2) Bu durumda Kıble’nin tahvili ile ilgili âyetler (Bakara,144-146), inkâr edilmiş olmaktadır. Çünkü Resûlüllah, tahvilden önce, göğe değil, Kudüs’e Mescid-i Aksâ’ya dönerek namaz kılmıştır.

 

3) Tîn sûresindeki “tîn” lâfzını, Uzak Doğu filozofu “Buda” ile tefsir etmekte ve Buda’nın peygamber olduğunu iddia etmektedir (Hazreti Peygamber’in Sîretinde Anılan Devlet Çeşitleri, s. 58, 59). Hiçbir İslam âliminin kitabında Buda’nın peygamber olduğu bildirilmemiştir.

 

***

 

Çünkü o (insan, kâfir ve münafık olarak emanete ihanet etti. Allah’a itâat etmediği için o,) çok zâlimdir, (akıl ve iradesini hidayette değil, isyanda kullandığı için de) çok câhildir. (Fakat Peygamberlerim ve onlara tâbi olan Mü’min kullarım, emanete sahip çıktılar.) Ahzâb,72.

 

 

 

 

 

***resim altı***

 

 

 

 M. Hamidullah, "Medine Vesikası"na hangi amaçla anayasa dedi?





 

 

 

 

 

 

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.