Zehra korkuyla kaldırdı başını. Şaşkın, kızgın, hayret içindeydi. Kekeledi adeta: - Sen... sen ne diyorsun be? Kime yağlı kapı buluyorsun? Adam itiyormuş gibi bir hareket yaptı eliyle: - Karışma sen, yarım aklınla işime karışma... Zehra fırladı oturduğu yerden. Siyah gözleri patlayacaktı neredeyse: - Seni yaşatmam adam... çocuklarımı satamazsın. Bu kadar mı duygusuzsun sen? Bu kadar mı aklını aldı bu kumar denen illet. Gördüm seni. Kahvede gördüm, kumar masasında gördüm. Bak, yarın evden de atacaklar... Utanmıyor musun sen? Hiç mi için sızlamıyor, evlatların dağılıp gidiyor, gözün paradan başka bir şey görmez mi oldu? Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun. Anacığının, babacığının kemikleri sızım sızım sızlıyor şimdi... Yakup kaşlarını kaldırdı. Alkolün etkisi onun neler olup bittiğini anlamasına engel oluyordu. Zavallı bir görünümü vardı. - Ne diyorsun sen be adam? Diye söylendi. Zehra tiksintiyle baktı ondan tarafa. Gözünde yoktu artık kocası. Bütün çabası çocuklarıydı. Korkuyla kucakladı ikisini de. Onlar ise mışıl mışıl uyuyorlardı... Çırak Mehmet elindeki adrese baktı, kekeleyerek okudu: - 9456 Sokak, No: 12... burası olmalı... diye söylendi. Büyük bir bahçe kapısının önündeydi. İzmir'in en yeşil semtlerinden biri olan Bornova'da, şimdilerde tek tük kalmış, eski bahçe içindeki köşklerden birinin önündeydi. Demir bahçe kapıya kırmızı üzerine beyaz yazılmış bir levha ile 12 numarası iliştirilmişti. Usulca itti kapıyı. Biraz bakımsız ama çok büyük bir bahçeydi. Bahçeyi çevreleyen yüksek duvarların diplerindeki begonviller kimi mor, kimi taba rengi çiçekler açmıştı. Büyük çam, ceviz, karabiber ve melisa ağaçları doluydu içerisi. Toprak bir patika yoldan gidiliyordu binaya. Tedirgin bir tavırla yürüdü. Eskilerin deyimiyle "her tarakta bezi olan..." bir gençti. Esrarkeşinden dolandırıcısına, yöneticisinden hademesine kadar tanımadığı insan yok gibiydi. Bütün sosyal ilişkilerine rağmen yaşayabilmek için hep üç kağıtçılık numaralarını tercih eder, bulduğu saf insanlara katakulli oynayarak yolunu bulurdu... Yakup'un isteği doğrultusunda yakın çevresinde bir araştırma yapmıştı. Sonunda bu adresi geçirmişti eline. Amerika'da tahsil görmekte olan biricik oğullarını elim bir trafik kazasında kaybeden orta yaşlı bir karı kocaydı gittiği insanlar. Çok acı çekmişlerdi evlatlarını kaybedince. Dayanamayacaklarını düşünerek kendilerini yalnızlığa mahkum etmeye kalkmışlardı. Ama yakın çevrelerinin de etkisiyle bir evlat edinip onu oğullarının yerine koymak, onu, aynı kaybettikleri Cem gibi büyütüp, yetiştirmek fikrini benimsemişlerdi. Çevrelerine bu arzularını iletmişlerdi. Oldukça köklü ve zengin bir aileydiler... Suphi Cevat bey babasından kalan büyük bir servetin sahibiydi. İzmir'in İstiklal Savaşından önce de, sonra da en köklü ailelerinden, en ünlü eşraflarından olan babası Ahmet Suphi bey hatırı sayılır maddi imkânlar bırakarak vefat etmişti 1967 yılında. Seksen beş yaşındaydı öldüğü zaman... Cevat beyin eşi Şahane hanım da Ödemişliydi. O da tanınmış tüccarlardan Emin Yalvaç'ın kızıydı. Bir tek oğulları olmuştu. Ahmet Cem... Gözbebekleri gibi sakınmışlardı oğullarını. Bütün her şeylerini ona hasretmişler, onun İyi yetişmesi mutlu olması için kendi hayatlarını ikinci plana bırakmışlardı. Ege Üniversitesinde okumuştu genç Ahmet Cem... Kimya mühendisi olarak mezun olmuştu. Ama 1978 yılının sonbaharında, mastır için gittiği Amerika'nın Utah eyaletinde bir trafik kazasında hayatını yitirmişti. Dünyaları kararıvermişti karı kocanın. Sanki evlerine bir bomba düşmüş, her yer parçalanmış gibiydi. Günlerce, aylarca ağladılar... Ama giden geri gelmiyordu hiçbir zaman. Tanınmış bir aile oldukları için çevreleri genişti. Yakın dostları bu ıstırap dolu günlerinde onları hiç yalnız bırakmadı, hep destek olmaya çalışmıştı. Baba dostu Hilmi bey atmıştı bu fikri ortaya: - Suphi Cevat, böyle amaçsız gözyaşı dökmek yerine ben senin yerinde olsam bir çocuk alır büyütürüm. Cem'in yerini asla tutmayacak biliyorum ama hiç olmaza oyalanacak bir şeyin, bir amacın olur. Ne dersin? DEVAMI YARIN