Gerçek demokrasilerde devlet, millet içindir. Dikkat ediniz; bizde, bunun tam tersidir; yani millet, devlet için vardır. Halbuki, ta Osmanlı'nın devlet kurucuları: 'Milleti yaşat ki, devlet yaşasın' özdeyişini kendilerine prensip edinerek yola çıkmışlardı. Bu ideolojiye bağlı kaldıkları müddetçe de (altı asrı aşkın), huzurla yaşamışlardı. Devlet, elbette ki gücünü milletten alacak, ancak; o gücü millete karşı bir dayatma unsuru olarak kullanmayacak. Yalnızca adaletin tesisi için güç sarf edecek. Çünkü, idarede asıl olan milletin huzur ve refahıdır. Halkı huzur ve refahta olmayan ülkeler, ne denli güçlü olurlarsa olsunlar yıkılmaya mahkumdurlar. Zira, zulüm payidar olmaz. Batı, çok bedeller ödeyerek, bu durumu gördü ve bugünkü hâli tesis etti. Ceket astarımızın içinde hakikati unutan ve göz ardı eden bizler; aynı hakikati batıda ve oradan devşireceğimiz kanunlarda arıyoruz! Kaybedip aramakta olduğumuz şey ne? İnsan hak ve hürriyetleri, huzur ve adalet... Dikkat ediniz; bütün bunları, bir bağımsızlık savaşı vererek kazanma peşinde değiliz. Bağımsız bir ülke olarak, bu savaşı, kendi topraklarımızda; siyaset arenasında, kendi parlamentomuzda veriyoruz! Statükoya karşı ve statükoyu savunan partilere, sivil ve resmî kurum ve kuruluşlara karşı veriyoruz. Daha açık ifadesiyle, topyekun bir zihniyete karşı veriyoruz. Gücünü milletinden alan devlet, aynı millete güvenmek zorundadır. Korku ve vehimler üzerine devlet ve onun organları tesis edilemez. Böylece, millet de; benim ne güzel devletim var deyip; gerektiğinde uğrunda seve seve can verebilecek. Şimdiye kadarki yapılanlar akıl alacak cinsten değildir. Güvensiz ortamlar meydana getirerek; güveni tesis bahanesiyle, milletin ensesinde boza pişirmekle devlet olunmaz ve olmaz. Varsa da, bununla bir yere varılmaz!