Yetmişli yılların ortalarında; Bülent Gençer Ağabeyle Serhend Kitabevi'nde sohbet ediyorduk. Ele-avuca sığmayan
'alev'den
bir gençtim. Aklıma takılan binlerce sualin altında eziliyor; bu yüzden
geceleri gözüme uyku girmiyordu. Derdime çare olur düşüncesiyle,
kitaplara daldım; her türlü kitaba.. Okuma hastalığına yakalanmıştım;
elime ne geçirirsem okuyor, okuyordum...
Zirai Donatım
Kurumu'nda tanıdığım müstesna insan Ender Arvas Ağabey, benim bu kavruk
halime acıdı ve doğruca; İmam-Hatip Okulundan hocam olduğunu bildiği
Bülent Gençer Ağabeye gitti ve bendinizden bahsetti. 'Alev topu'nu
karşılıklı olarak birbirlerinin kucaklarına bırakmak istediler;
anlaşamadılar! Sonunda, çareyi; beni Enver Ağabey'e götürmekte buldular.
Bülent
Ağabey'le Çatalçeşme'deki binanın birinci katına çıkıp beklemeye
koyulduk. Enver Ağabey'in kapıları açık ve içeride bir kişi vardı.
İçerideki kişiyi uğurlarken sesini yükselterek; "çok kitap okumaktansa, faideli kitabı çok okumalıdır!" diye
iki defa âdeta bağırarak söylediler. Çıkarmakta olduğu misafirine değil
de, sanki bana söylüyor gibiydi! Zira, o dertten muzdarip olan bendim.
Elimi tutup içeri aldılar; şefkat ve merhametin enginliğine bakın ki,
bir daha vefat edinceye kadar bırakmadılar!
Hocası onu, başta Türkiye
gazetesi olmak üzere bütün hizmetlerin başına getirmişti. Her şey
yolunda giderken; gazete de, çocukluk devresini geçirip gençlik çağını
yakalamışken, gazete çalışanları onu terk edip gitmişlerdi! Enver Ağabey
bu duruma çok üzülmüşlerdi. 1986 senesinde, gencecik bir fidan haline
gelen gazete, bizzat çalışanları tarafından kökünden kesilmek
istenmişti! Ve; "Türkiye'yi Türkiye yapanlar!" diye, çıkaracakları başka bir gazetenin reklamlarını yapıyorlardı!
Bu
hüzünlü gününü, bir vesile ile baş başa kaldığımız bir zamanda
anlatmışlardı: "... Bu durum karşısında perişan olmuştum. Hocamızın
üzerine titrediği emanetinin gereğini yapamamıştım. Eve gidemedim;
Bayezid Camii'nin yolunu tuttum. Yatsı namazından sonra sabaha kadar
camide kaldım. Hocamızın hocasının (Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri)
vaaz ettikleri yerde; hıçkırıklara boğularak Rabbime yalvardım. Ya
Rabbi! dedim; görüyorsun, çaresizim! Benden istenen bu mühim işi
yapamıyorum; ne olur, bana bu işi yapacak yardımcılar gönder! Ertesi gün
seni çağırttım ve gazetede başlattım. Sen benim ilk göz ağrımsın, kötü
gün dostumsun!.."
Enver Ağabey, okuyucunun nabzını elinde
tutan müthiş bir gazete genel yayın müdürü idi ve bizzat başımızda idi.
Görevimiz, yalnızca ona 'peki' demek ve istediklerini
harfiyen yerine getirmekti. Gazetecilik, zamanla yarışmaktı ve Enver
Ağabey'e yürüyen değil, koşan adamlar lazımdı! Dediklerini yaparak;
Bab-ı âli'nin tiraj rekorunu kırdık: 1.439.800 (1989 Aralık).
Bir
gün de Enver Ağabey'e Necmettin Erbakan geldi. Herkesi dışarı
çıkardılar; içeride M. Ali Şahin, Bahri Zengin, Tayyip Erdoğan,
Necmettin Erbakan, bendeniz ve Enver Ağabey kaldık. Erbakan, gazetenin
nasıl olması lazım geldiğini anlatmaya başlayınca, Enver Ağabey beni
gösterdi ve; "Ne istiyorsanız Fuat'a söyleyin!" dedi.
Erbakan uzun uzun anlattı ve bunlar olmazsa; boşuna namaz kıldığımızı
(!) vurguladı! Enver ağabey: "Bak Hocam!" dedi; "Senin meydan yerinde
anlattıklarını ben, burada arkadaşımın kulağına söyleyemem! Bizim işimiz
siyaset değil; Allahü tealanın dinine ve mahlukatına yardım etmektir.
Bunu da şu şekildeki hizmetlerimizle yapmaya çalışıyoruz. Sizin de
bildiğiniz gibi; devlet herkese bir sınır çizmiştir. Bu sınırın etrafı
on bin voltluk cereyanla çevrilidir. Ben asla, o teli tutmam ve
tutturmam!" Hizmetleri ve gazete tirajını duyunca gözleri fal taşı gibi
açılan Erbakan Hoca; "Bu başarılı hizmetlerle samimiyetinizi anlıyorum
Enver Bey!" deyince; Enver Ağabey, taşı gediğine koyarak; "Nasıl, Hocam! Namazları kurtarabildik mi?!!" dedi.
Hoca'dan başka herkes, gülmemek için dudaklarını ısırıyordu!!!