Cereyan etmekte olan iç ve dış hadiseleri ibretle izliyoruz. Uluslararası siyasette, masada devamlı surette kaybetmişiz. Bu duruma bahane olarak da, dünyadaki yalnızlığımızı ve hemen her ülkenin Türkiye'ye düşman ve diş bilemekte olduğunu gösterip dururduk. Komşularımızdan başlayarak, herkesi kendimize düşman bilir, ona göre psikoloji geliştirirdik. Bu kafaya göre bütün dünya; her konuda haksız, biz haklı idik! Statükodan beslenen "besleme kadrolar" elinde dünyadan; dünyadaki gelişmelerden izole edilmiştik. İçeride "Külhanbeycilik" oynuyor, güç ve kudretimizi ancak kendi milletimize dayatmakla gösterebiliyorduk! Hemen her şeyi kendimize has bir yapıya büründürerek; gerçek demokrasiden kopmuştuk. Daha açık ifadesiyle; demokrasicilik oynayarak kendi kendimizi avutuyorduk. Sınırlarımızın ötesi, bize kem gözle bakan ve her an saldıracak konumda bekleyen düşmanlarla doluydu! Karma ekonomik sistem! Statüko, içeride kendimize yeteceğimizi zannetti. Bundan dolayı da dışa açılmayı aklının ucundan bile geçirmedi! Demokratik olmayan; Kaddafi'nin Libya'sı, Esad'ın Suriye'si ve Saddam'ın Irak'ı da böyleydi. Onları, kendi mantıkları içinde anlayabilmenin imkânı vardı ama, parlamenter rejimle idare edilen demokratik Türkiye'yi ne anlamanın ve ne de dünyaya anlatabilmenin imkân ve ihtimali vardı. Zira, ekonominin ve ekonominin lokomotifi konumundaki bankaların çoğu devletin elinde idi. Karma ekonomik sistem denilen bu ucube anlayış "kuralsız komünizmin" uygulamasından başka birşey değildi. Ekonomideki devlet elinde bulunan bu aslan payı, sorumsuz siyasetçiler marifetiyle kendi yandaşlarına peşkeş çekiliyor ve sistem, kendi içinden "statükocu" zenginlerini üretmeye devam ediyordu. Seneler senesi bu mekanizma bu denli işletildi. Bunun neticesinde; bir avuç "mutlu azınlık" semirdikçe semirdi ama, halk yığınları yokluğa ve açlığa mahkum edildi. Siyasetçi-zengin-bürokrasi arasında kurulan bu çark, döndükçe; bu "üçlü şebeke", halktan kopuk ve halka tepeden bakan, halkın değer yargıları ile alay eden bir sınıf oluşturdu. Vicdanları körelen; hazmî ve nefsî cihazları ise alabildiğince oburlaşan sınıf hayatından memnundu. Onlar için demokrasi; insan hak ve hürriyetleri lüzumsuzdu. Zira, kendileri her istediklerini, para ve mevki gücüyle elde edebiliyordu. Bunların çocukları yabancı ülkelerde okuyor ve iyi yetişiyordu. Dolayısıyla; içerideki eğitimin kalitesini artırmaya gerek yoktu! İçeridekiler, kaliteli okullarda okuyup yetişmeyecek ve "sürü" olmaya devam edecek ki, dışarıdan gelen yetişkinlere malzeme olmaya devam edebilsindi! Bakınız; "mutlu azınlık" denilen bu "şebeke" her türlü reform ve yeniliğe, açılıma direniyor! Bunların direnmesinden daha tabii ne olabilir? Çünkü; her reform, yenilik ve demokratik kazanım, bunların saltanatlarını sarsacak, düzenlerini bozacaktır. Böyle olmasını kim ister? Onlar yenilik istemez! Türkiye'mizin iç ve dış siyasetinde önemli değişikliklerin yapılmakta olduğu malumdur. Hükümet, alışılmışın dışında radikal kararlar alıyor. Alınmakta olan bu kararlara dikkat edin; hangileri geniş halk kesimlerini; onların refahını ve insan hak ve hürriyetlerini ilgilendiriyorsa; daha açık ifadesiyle şimdiye kadar kördüğüm olmuş meseleler için çözüme dönük adımlar atılıyorsa, statüko derhal karşısına dikiliyor? İşte; YÖK, 2B, Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı, Kıbrıs... gibi çözüm bekleyen devasa konular... Statüko, bunlara el atılmasın istiyor. Halbuki; siyasi partiler ve onların iktidarlarının tek varlık sebebi vardır, o da çözüm üretmektir.