Türkiye sözünde durdu; kangrenleşmiş Kıbrıs konusunu müzakere sürecine taşıyarak, uluslararası siyasi platformda çözüm istemeyen taraf olmadığını tescil ettirdi. Bu saatten sonra çözüm olmasa bile, bu durumun vebali Türk tarafında olmayacaktır. Bir kısım çevrelerin iddialarının aksine Türkiye ve KKTC hükümetleri "ver-kurtul" politikası izlemedi. Defaatle bu sütunlarda dile getirdiğimiz gibi, böylesine olumsuz bir gelişmeye sebebiyet vermek, kimsenin hakkı ve haddi değildir. Kıbrıs konusu, hükümetler üstü milli bir davadır. Ortaokul ve lise sıralarını birlikte paylaştığımız Başbakan R. Tayyip Erdoğan ile MTTB'nin Sakarya Teşkilatı'nda omuz omuza mücadele ettiğimiz Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, ta çocukluklarından beri, Kıbrıs gibi milli davaların "karasevdalı" savunucularıdır. Kucaktaki "ateş topu" AK Parti iktidarı, 1974 senesinden beri sürüncemede olan ve uluslararası hemen her platformda aleyhte olarak önümüze konan ve Türkiye'nin devamlı surette elini kolunu bağlayan bu konuyu adeta bir ateş topu olarak kucağında buldu. Hiç kimse, özellikle Türkiye'deki muhalefetin bir kesimi ısrarla bir durumu (de facto) görmezlikten geliyor. Kıbrıs'ta çözüm olsun veya olmasın; Güney Kıbrıs Rum Kesimi 1 Mayıs 2004 tarihinde AB'ye giriyor. Evet; bu durum uluslararası antlaşmalara aykırı ama; bunda mevcut iktidarın bir vebali söz konusu değildir. Önceki iktidarlar, Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin vaki müracaatlarına göz yummuşlar, şimdi bunun hesabını AK Parti iktidarından sormaya kalkışıyorlar! Mevcut iktidar, devletin ilgili birimleriyle toplanarak; Türk tezinin "olmazsa olmazlarını" belirledi, bunların ışığında müzakere süreci başlattı. Buradaki hedef; illa çözüm, her şeye rağmen çözüm değildir. Türkiye'nin ve KKTC'nin şartları gözetilirse çözüm. Aksi halde, Güney'in de facto durumuna, Kuzey'in de facto durumlarını tatbik mevkiine koymak. Rumlar'ın oyunbozanlığı... Dikkat edilirse; müzakere sürecinde gelinen son durum; Rumlar'ın oyunbozanlığı şeklinde cereyan ediyor. Yani çözüme yanaşmayan tarafın Rumlar olduğu dünya kamuoyunca anlaşılıyor. Bu durum bize ne kazandıracaktır? Ya anlaşmaya evet diyecekler; bu şekilde Türk tezi kabul görecek; ya da hayır deyip KKTC'nin dünya tarafından kabulünün önünü açmış olacaklar. Böylece KKTC üzerindeki ambargo da kalkmış olacak! Şimdi soruyorum; bütün bu kazançlar az bir şey midir? Neden; hükümetimizin devletle el ele verip geliştirdiği böylesine millî bir politika eleştiriliyor ve bu yetmiyor, iç politikada malzeme olarak kullanılıyor? Yeter ki, millete güvenilsin!.. Muhalefeti iktidarı, yekvücut olarak milletçe hükümetin arkasında yer alsaydık, müzakereleri yürüten Türk tarafının eli daha güçlü olmaz mıydı? Siyasi partilerimizin ve bir kısım sivil teşkilatlarımızın yöneticilerinin gösteremediği basireti millet gösterdi; 28 Mart mahalli seçimlerinde hükümete destek vererek elini güçlendirdi. Zaten hep öyle olmuyor mu? Siyasetçinin bozduğunu milletimiz engin sağduyusu ile düzeltiyor. Yeter ki, millete güvenilsin; millet, neyi nasıl yapacağını yöneticilerinden çok daha iyi biliyor...