Filiz'in sözlerine Yusuf'un canı sıkıldı: -Te be Filiz sen hepten de delirdin mi? Benim, gavur altınları için gavur memleketine gideceğimi nasıl düşünürsün. İşte şimdi marizi tam hak ettin. Güleşi, para için yapmadığımı, gayemin, alperenlerin hatırasını yaşatmak olduğunu bilmez misin? Bre sen beni sirk maymunu mu sanırsın? Filiz Nurullah, Yusuf'un tepkisine şaşırdı, böyle bir şey beklemiyordu. O Yusuf ağasının bu teklife çok sevineceğini zannediyordu. İbrahim Pehlivan, Yusuf'un, konuştukça kızdığını farkedince araya girmek ihtiyacını hissetti: -Yusuf, evladım. Karar vermekte acele etme. Meseleyi, yalnızca para, sirk gösterisi şeklinde görme. Asrımızın silahları değişti. Şimdi en önemli silah propaganda diyorlar. Propaganda, frenkçe bir kelime; bir düşünceyi, bir görüşü yaymak için söz, yazı, resim dahil olmak üzere her türlü araçla yapılan ikna çabası demekmiş. Spor adı altında, güreş, koşu gibi çeşitli alanlarda yarışmalar yapıyorlar ve buralarda kazandıkları madalyalarla kendi ülkelerini övüyorlar. Yani Yusuf'um, Avrupa'da güreşmen Osmanlı'yı, yiğitlik ve mertliğimizi, insanlık anlayışımızı Batılılara anlatmak için bir fırsat olabilir. Bu bakımdan, hayır demekte acele etme. İstişare edelim, Abdülfettah-ı Akri hazretlerinin oğlu Said Efendi'ye soralım, bakalım ne diyecekler. İbrahim Pehlivanın anlattıkları Yusuf'u hayretler içinde bıraktı, güreş ile İbrahim pehlivanın anlattıkları arasındaki ilgiyi anlamakta zorlandı, ama anlamalıydı, İbrahim pehlivan söylüyorsa anlattıkları doğru olmalıydı: -Peki İbram agam, dediğin gibi olsun. Yusuf, Filiz Nurullah'a döndü: -Filiz, benden habersiz bir daha böyle bir iş yapma. Söyle keferelere, cevabımı üç gün sonra vereceğim. Yusuf, büyük bir heyecan içindeydi. İkinci defadır bu yokuşu çıkıyordu. Kendisini almak için hususi fayton gönderilmişti. Doublier'in kendisine Fransa'da güreş teklifi yapmasının ikinci günü, İbrahim Pehlivan ile Abdülfettah-ı Akri hazretlerinin oğlu Said Efendi'ye gitmeğe hazırlanırlarken, evin önüne çok süslü bir fayton yanaşmış, içinden çıkan yüksek rütbeli, göğsü nişanlarla dolu yaver, İkinci Abdülhamid Han'ın, Yusuf'u beklediğini haber vermişti. İşte şimdi, tam onyedi yıl sonra, ikinci defadır, Yıldız Yokuşu'nu tırmanıyordu, fakat bu tırmanışı farklıydı. İlkinde yürüyerek tırmanmış, şimdiyse Saraya ait bir faytonla tırmanıyordu, ilkinde 18 yaşında bir delikanlıydı, şimdiyse Osmanlı ülkesinin başpehlivanıydı, onyedi sene içinde nice şeyler yaşamıştı, pek az sevinmiş, çokça üzülmüştü. Güle iki defa yenilmişti, üçüncü yenilgiyi arıyordu. Gülçehre'yle evlenmiş, üç evlat sahibi olmuş, sevdiklerinden ayrılmış, sevdiklerine kavuşmuştu. Yıldız Sarayı'na geldiklerinde, Yusuf'u Mabeyn Başkatibi'nin odasına götürdüler. Yusuf, heyecandan ne geçtiği yerlerin ne de gördüklerinin farkındaydı. Başkatip, padişah efendimiz sizi bekliyor, dediğinde, bismillah, dedi içeri girdi. İçeri girmesiyle birlikte kendisine tarif edilen şekilde eğilerek temenna edip saygı gösterirken, bir el, omuzundan tuttu, eğilmeyi bıraktırdı: -Bre Yusuf, Memleketimin başpehlivanına, padişahın huzurunda dahi olsa eğilmek yakışmaz, hele şöyle otur, otur da abi kardeş gibi muhabbet edelim, konuşalım. Ecdadımız ne büyükmüş ki, konuşmayı, aşk, sevgi demek olan, yaradılış gayesini işaret eden muhabbet sözüyle ifade etmiş. Konuşan, bütün Avrupa'nın yüzlerce senedir yıkmak için içerden ve dışardan bütün gücüyle çalışmasına rağmen hâlâ üç kıtada hükümran olan Osmanlı Devleti'nin Padişahı, Müslümanların halifesi Abdülhamid Han'dı. Devamı var